An’ da kalın…

Uzun zamandır bir şeyler yazayım istiyorum. Kısa veya uzun fark etmeksizin yazmak istiyordum.

Neden ve nasıl diye düşünmeden sadece yazmak. Zihnimi boşaltmak için yazmak.

Ara ara aklıma gelen ve aklımda kalan bir kelime: “an ’da kalmak”

Yine bir dost sohbetinde arkadaşım: “bir daha hiçbir zaman bugünkü kadar genç olmayacaksın” dedi…

Haklıydı aslında.

Zaman akıp giderken bizim için en önemlisi doğru insanlarla birlikte olmak, kaliteli vakit geçirebilmek.

Bence en önemlisi an ‘da kalmak,  anı yaşayabilmek.

Neden mi?

Hayat akıp giderken bize hatıraları bırakıyor yani anlar.

Anlar: iyi, kötü, üzgün, neşeli, kızgın, çılgın…

Anlar işte.

Hala gidilecek çok yer, edilecek çok sohbet, içilecek çok içki, tadılacak yeni yemekler belki de tanıyacak yeni insanlar var.

An’ da kalmak aslında dünyanın her döneminde farklı kişiler tarafından farklı şekillerde dile gelmiş bir an teorisi, felsefesi ya da yaşam biçimi…

Şair Theocritus, MÖ 3. yüzyılda ” Yaşam varsa, umut da vardır; sadece ölülerin umudu bulunmaz. ” diye yazmıştır.

Jules Verne, “Dünya’nın Merkezine Yolculuk” isimli eserinde “Yaşamın olduğu yerde umut da vardır.” diye yazmıştır.

Amerikalı yazar Denis Waitley de sözü aynı şekilde kullandı.

Birçoğumuzun son dönem izlediği (The Theory of Everything)  filmi ile tekrar gündeme gelen, belki de dünyanın en zeki adamlarından biri Stephen Hawking ile tekrar gündeme gelmiştir.

Stephen Hawking, Einstein’dan bu yana dünyaya gelen en parlak teorik fizikçi olarak kabul edilmektedir.

hesrsey-ic

Kendisi On iki onur derecesi almıştır. 1982’de CBE ile ödüllendirilmiş, bundan başka birçok madalya ve ödül almıştır. Royal Society’nin  ve National Academy of Sciences (Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi) üyesidir.

14 Haziran 2006’da Hong Kong Bilim ve Teknoloji Üniversitesi’nde katıldığı seminerde, bir trafik kazası sonucunda felç olan Bun Tsai, Dünyaca ünlü fizikçi Stephen Hawking’e kişilerin ötenazi ile kendi yaşamlarına son vermelerinin etik olup olmamasıyla ilgili bir soru yöneltti.

Kendisi de ötenazinin yasallaştırılması için çalışmalar yürüten Tsai’ye, Hawking içerisinde ikonik hale gelmiş bir söz ile yanıt verdi:

“Bir kurbanın, eğer ki istiyorsa, kendi yaşamına son verme hakkı olmalıdır. Ancak bence bu büyük bir hatadır. Yaşam ne kadar kötü gözükürse gözüksün, her zaman yapabileceğiniz bir şeyler vardır. Mutlaka başarabileceğiniz bir şeyler vardır. Yaşam olduğu sürece, umut vardır.”

stephen-hawking-017_1461654232_725x725-600x337.jpg

“Yaşam olduğu sürece, umut vardır.”

870f1c74fda02e3f1774986eba39d98c

Evet, gerçekten beni etkileyen bir söz oldu.

O yüzden hemen enseyi karartmayın.

Bazen sıkılırsınız, üzülebilirsiniz ama asla umutsuzluğa kapılmayın.

Yaşadığınız hayat için de şükretmeyi unutmayın.

Her zaman daha iyisi olabileceği gibi, hayat size daha kötü tecrübeler de sunabilir.

Bizim için en önemlisi bulutların arasından güneşi görebilmek…

Çünkü bazen; siz görmeseniz de güneş her zaman yerinde ve  parıldamaya devam ediyor.

Sevgiyle kalın.

An’ da kalın.

İgal

 

Hayat sadece yaşamak değil, iz brakmaktır.

Evet;

Uzun zamandır yazmıyordum. Her insan gibi benim hayatımda da iyi ve kötü bir şeyler oluyor.

İyi şeyleri yazmak bu kadar kolayken; bazıları için kötü deneyimleri paylaşmak bir kat daha zor oluyor.

Tanıyan bilir. Olabildiği kadar pozitif enerjiye ve gülmeye inanan biriyim.

Son dönemlerde birçok karmaşık yol ve olaydan geçtim.

Bir hastalık geçirdim, şimdi şükür iyiyim…

En yakın olduğum, çok sevdiğim teyzemi maalesef kaybettim.

Kendimle baş başa kalıp sohbet etme imkânım oldu.

Hayatı da sorguladım tabi.

Ama hayat sizin sorgunuza cevap vermiyor.

Sadece olacakları önünüze koyuyor ve size de onla yaşamak, başa çıkmak kalıyor.

Yazı yazmayı,  sizlerin beni okumasını ve  yorum yapmanızı da özledim…

Ama hayat bir bisiklete binmek gibidir. Pedalı çevirmeye devam ettiğiniz sürece düşmezsiniz.

O yüzden ben de pedalları tekrar çevirmek zorunda hissettim kendimi.

Genelde hayat ile ilgili yazıyorum. Çünkü hayat bizim bu dünyadaki en büyük  sınavımız.

Karşımıza çıkan iyi ve kötü olayları karşılama, onlara tepki verme ve öğrenme sınavımız.

İyi şeylere nasıl tepki veriyorsun, kötü şeyler ile nasıl mücadele ediyorsun işte onun sınavı…

Güzel olan şey ise; bunlardan ders çıkarabilmek ve hayattan öğrenebilmek.

Bana göre Hayat’ın size en önemli öğretisi ise yaşarken öğrenmek. Çünkü hayat; yaşarken öğretebiliyor ve yeterince güçlü isen seni bile değiştirebiliyor. Yeter ki öğrenmeye ve yeniliğe açık ol…

Bir de hayatı sizle kesişen insanlara dokunmak var tabi. Onlara dokunabilmek, güzel şeyler paylaşabilmek ve iyi anılar bırakabilmek.

Kim ne derse desin, hayatınızda ne olursa olsun, siz iyiliğe dokunun. Hayatınızdaki insanlara hep pozitif olun ve iyiliğinizi yansıtın.

Hayat sadece yaşamak değil, iz bırakmaktır.

Ve iz bırakmak isteyenlere bir tavsiye: Ralph Waldo Emerson’dan gelsin:

Yol sizi nereye götürüyorsa oraya gitmeyin, yol olmayan yerden gidin ki; iz bırakın.

vkvyc

Hayatta iz bırakmak önemli evet ama asıl önemlisi sizin o izi nasıl bıraktığınızdır.

Hayata sizin attığınız imza; insanların isminizi duyduğunuzda  yüzlerinde beliren tebessüm olsun.

İyi haftalar;

İgal

“ AN ”ımda tertemiz…

Misafir Blogger uygulamamızda sıra Ağustos ayına geldi…

Ağustos ayı için uzun süredir beğenerek takip ettiğim birini seçtim.

Bu ay misafir blogger olarak seçtiğim kişi: Serra İnce

Gerçekten pozitifliği ile en negatif gününüzde bile sizi gülümsetebilecek nadir insanlardan biri Serra.

Serra aynı anda bir kaç şeyi bir arada yapabiliyor. Alarko Turizm Grubunda Pazarlama bölümünde çalışan Serra aynı zamanda yazıyor, çizim yapıyor ve farklı eğitimler ile sevgiyi yayıyor.

Bu yaz yaptığı tasarım çantalar da çok beğeni kazanmış durumda. Nerden mi biliyorum ? Hepsi satıldı 🙂 

Ondan yazı istediğimde önce tereddüt etti sonra çok yoğun olmasına rağmen beni kırmadı. 

Misafir blogger’lar için tek kuralım: blogumun “hayat” ile alakalı konspetine uygun bir yazı yazmaları…

Serra’da hayat’a dair kısa ama çarpıcı bir yazı yazmış:

İgal’in, evrenin ona gönderdiği her şeyi iyi, kötü ayırt etmeksizin kabul edici tarafını keşfettiğim günden beri takip ettiğim blogunda bana da yer vermek istediğini duyduğumda çok sevindim..

 Bu değerli bloga ben de eğer bir nefes katabilirsem ne mutlu bana..

Sevgiyle…

“ AN” ımda tertemiz…

Her sabah uyanıyorum.

Elimi, yüzümü yıkıyorum.

Sonra temizlenmiş kıyafetlerimi giyiyorum.

Tertemiz arabama biniyorum, işe gidiyorum.

Masam her zaman tertemiz, düzenliyimdir.

Sonra içime dönüyorum, bakıyorum kıyafetlerim temiz, tenim temiz, peki ya ruhum?

Ruhum temiz mi?

Hayat, karşıma neler çıkardı..

İyi ki üzmüşler beni,

İyi ki canımı acıtmışlar,

İyi ki yaşadığım her şeyi yaşayıp, bugün olduğum kişi olmuşum…

Ruhumun temiz olduğu kadar vicdanımda temiz.

Geçmişim geçmişte, geleceğim bende, “AN”ımda tertemiz bir halde!

 Serra İnce

 10617369_10154535952910722_894975818_n

Serra Hakkında:

1 Nisan 1987 doğumlu Serra, Koç burcunun özelliklerini taşımakta…

Bilgi Üniversitesi Sahne ve gösteri sanatları yönetimini bitiren Serra; şu anda Alarko Turizm Grubunda Pazarlama Yöneticisi olarak çalışıyor.

Kendini tarif ediş biçimi:

“ Senelerdir çizim yaparak, yazı yazarak, sevgi vererek, yarattıklarımı evrene bir yaratım olarak bırakmaya çalışıyorum. Sevgi benim için her şeydir.”

Serra’ya ulaşmak için:

Instagram: @serraince

Biz erkekler: Çok mu çok seviyoruz kadınları ?

Resim

Türk Erkekleri olarak kadınlarımızı çok seviyoruz sanırım.

Neden mi ?

Her şeylerine karıştığımız yetmiyormuş gibi ne yiyeceklerine, nerede okuyacaklarına, ne yapacaklarına, ne zaman yapacaklarına ve nasıl yapacaklarınada karışıyoruz.

Kız çocuğu baskıyı ilk önce aileden görüyor.

“Fazla gezme, gece çıkma, onu giyme, okuma, çalışma, toplu taşıma kullanma, hava kararmadan evde ol, yaşın geldi evlen, soru sorulmadan konuşma, para kazanma, çocuk doğur, evinde otur, vb.” gibi…

Hadi evlendi diyelim.

Bu sefer kocası başlıyor:

“Evinin kadını ol, dekolte – mini etek giyme, fazla dışarı çıkma, çalışma, evde otur, çocuklarımın anası ol, ben ne dersem onu yap vb.”

Ailesi ve kocası yetmezmiş gibi bir de toplum baskısı ile karşılaşıyor.

Bu ele aldıklarımız yine iyi senaryolar olabilir.

Neden mi?

İstatistiksel bilgiler ile altını çizmekte fayda var.

Dünyada her 3 kadından 1′i hayatında en az bir kez aile içi şiddete maruz kalıyor.

G-20 üyesi Türkiye’de bu oran diğer gelişmiş devletlere oranla çok daha yüksek.

Türkiye genelinde kadınların neredeyse yarısı şiddete maruz kalıyor.

Uzmanlara göre ülke genelinde eşi veya eski eşi tarafından fiziksel şiddete maruz bırakılan kadınların oranı %39.

Varoşlarda bu oran %97lere çıkıyor.

Yaşadıkları fiziksel şiddeti kimseye anlatamayan kadınların oranı %48.5.

Herhangi bir sivil toplum örgütüne ve polis, savcılık dahil hiçbir kuruluşa başvurmayanların oranı %92.

Genel kanının aksine kırsal kesimde ve kentlerde kadına karşı şiddet oranı hemen hemen eşit düzeyde.

Şiddetin en yoğun yaşandığı bölgeler ise Doğu ve İç Anadolu bölgeleri.

Adalet Bakanlığı tarafından açıklanan istatistiklere göre, Türkiye’de kadın cinayetlerinde 2002′den 2009′a kadar %1.400 oranında artış olmuş.

Aynı verilere göre 2002 yılında 66, 2003′te 83, 2004′te 164, 2005′te 317, 2006′da 663, 2007′de 1011, 2008′de 806, 2009′un ilk 7 ayında ise 953 kadın yaşamını kaybetmiş.

Dünya Ekonomik Forumu’ nun 2013 için yayınladığı Küresel Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Raporu’ nda ülkemiz 134 ülke arasında 120. sırada yer almaktadır.

Bu rapor hazırlanırken ekonomik katılım, eğitime erişim, sağlık ve politik yetki  alanlarında ülkelerdeki kadın erkek eşitliği değerlendirilmektedir.

Ayrıca Türkiye kendi coğrafyasında cinsiyet eşitsizliği açısından en kötü ülkedir ve kendi gelir grubundaki ülkeler arasında da cinsiyet eşitsizliği açısından sondan 2. sıradadır.

Kadına en temel haklarının iade edilmesinde erkeklerin eğitimi için ailelere çok önemli roller düşüyor.

Biz erkekler kadınları dövüyor, aldatıyor, taciz ediyor, tecavüz ediyor ve öldürüyoruz…

Bu şekilde “Adam” olunmuyor.

Unutmayın ki sizleri de bir “Kadın” doğurdu.

Bunları yapanları sorsak belki de “Anne ayrı onlar kutsaldır” derler…

E peki o zaman soruyorum: “Anne” kutsal da dövdüğünüz, tecavüz ettiğiniz, taciz ettiğiniz öldürdüğünüz kadınlar kutsal değil mi ?

Böyle sevecekseniz siz çok sevmeyin kadınları…

#8MartDunyaKadinlarGünü amacıyla yazdığım bu yazıyı tüm zorla evlendirilen, şiddet gören, tecavüz edilen, öldürülen kadınlara armağan ediyorum…

 

Resim

Tüm kadınlar MELEKTİR yeter ki kanatlarını kırmayın…

İgal Biton

“Es geçtiklerin sonra seni sollar geçer !”

Selamlar;

2014 yılında bende kendimi ve blogumu yenilemek istedim.

Bunun için her ay farklı fikirler ve farklı kişileri bloguma davet ederek misafir blogger olarak yazılarını yayınlamaya karar verdim.

Ocak ayı konuğum: Dolly Karlıyol Tosun.

Konu: iş dünyası, yaşam ve deneyim.

Umarım beğenirsiniz :

“Es geçtiklerin sonra seni sollar geçer !”

“Es geçtiklerin sonra seni sollar geçer !”

Kuşaklar değiştikçe hayatın kuralları da iş dünyasının kuralları da hızlıca değişiyor ve değişmeye devam edecek.

Fakat evrenin bazı kuralları yıllar geçse de değişmiyor.

Bu aralar etrafımda gözlemlediğim eleştirecek ve yazım konusu olacak o kadar çok şey var ki!

Ama ben “es geçilen insanlar” konusunu ele almak istedim.

Şimdi diyeceksiniz ki bu ne demek?

Şirketlerin en alt kademeli çalışanları, küçük markaların küçük insancıkları, işe yeni başlayan ve yüzüne bakmadığımız insanlar…

İnsanoğlu/iş dünyası böyledir: “Küçükleri ezer, büyükleri severler!”

Maalesef ülkemizde iş dünyasına yeni adım atanlar desteklenmez, hatta insanların elinde olsa kösteklemenin babasını yapmaya çalışırlar.

– “Piyasalar kötü yeni iş neyine…”

– “Yok ya, o işten para kazanılmaz…”

– “Çok blogger var, seni kim okuyacak ki…”

– “Bak filanca kişi bunları yaptı, sen yapabilecek misin ki?”

Bunun gibi örnekler uzar gider…

Önce ızdırap gibi çöken cümlelerden sonra, piyasada sizi küçümsemeye başlarlar.

İş vermek istemezler, burun kıvırırlar, şans tanımak istemezler, telefonlarınıza çıkmazlar.

Hele o arkadaşlar yok mu, o arkadaşlar, destek olmanın bilinmediği bir âleme taşınırlar.

Siz de çabalar, çabalar durursunuz.

Kimi bu çarkta sivrilmeyi becerir, kimi de arada kaynar gider maalesef.

Fakat bir an bir bakmışsınız o küçümsediğiniz, eleştirdiğiniz, burun kıvırdığınız kişi çok çok yüksek yerlerde.

Evet, o zaman ne olacak?

Dijital baskı sektöründe yaklaşık sekiz sene çalıştım.

İnanın çok zor bir sektördür.

Hatta ben orası için zurnanın son deliği derim.

Herkes işi geciktirir ve kabak son delik olarak dijital baskı şirketlerine patlar!

Yine bir cumartesi çalışıyoruz ve mesai bitimine yarım saat var.

Bilirsiniz o saatler geçmek bilmez. Neyse tam toparlanalım mı derken; kapıdan bir kadın girer.

Elinde küçücük, minnacık bir işle çıkagelir.

İşin küçüğü büyüğü olmaz iş iştir diyeceksiniz ama inanın bazı küçük işler büyük işlerin 10 katı yorucu olabiliyor ve insanı çok uğraştırabiliyor, hele de baskı işi ise!

Neyse tabi benim moraller sıfır, kaçan Cumartesiye mi yanayım, küçücük bir işle kalakaldığıma mı yanayım, neye yanayım diye düşünüyorum…

Orda iki alternatifiniz var: Surat asıp işi tamamlayıp vermek ve kadın arkanızdan “Allah kahretsin, nerden geldim buraya” deyip sizi anılarından çıkartacak.

Diğer alternatif ise her şeye rağmen bunda da bir keramet vardır deyip sabır bankanızda kalan son bonusları kullanarak ve gülümseyerek müşteriye yaklaşmak.

Açıkçası asık suratla yaptığım işlerde oldu. Burada kendimi poh pohlamanın anlamı yok. Allah biliyor ya söylenerek, oflayarak puflayarak yaptığım da birçok iş oldu.

Ama ben size oflamadığım zamanlarda yaşadıklarımı anlatmak istiyorum.

Kısa bir sohbet,  konuştukça açılan Dolly ve havalarda uçuşan gülümsemeler ile iş teslim edilir. Kadın memnun vaziyette kapıdan çıkar ve bilinmeyene doğru yol alır.

Yaklaşık 5 ay geçer ve sekreter bana isimsiz bir telefon bağlar.

–          Merhaba, beni tanıdınız mı? Küçücük doğum günü kartları yaptırmıştım.

–          Aaaa evet hatırladım nasılsınız

–          Çok iyiyim xxxx (Türkiye’nin ileri gelen bir markasının ismini söyler) firmasında reklam müdürü oldum ve senelik dijital baskı işlerini sizinle yapmak isterim

“Suratımı görmeniz lazımdı” dediğiniz anlar olur ya; keşke biri benim o anımın fotoğrafını çekseydi!

İçten içe burun kıvırdığım küçücük bir iş ve ne olduğu belirsiz bir kadının bana yaptığına bak hele.

Bu kadın sayesinde, o marka ile 5 sene boyunca iyi cirolar yaptık sonrasında ben işten ayrıldım zaten J

Bu deneyim bana öyle bir ders verdi ki, tokat gibi çarptı yüzüme.

Ve ben bundan sorasında iş ile alakalı karşılaştığım herhangi birine karşı asla küçük, deneyimsiz, boşver bununla iş mi olur dememeyi öğrendim.

Sakın bu bir çıkar, menfaat diye düşünmeyin.

Bunun bir test olduğunu ve Allah’ın bu tip insanlar ile bizleri denediğini anladım.

Sınavı geçersen kocaman bir nimet paketi seni bekler.

Yok, burun kıvırırsan “Es geçtiklerin sonra seni sollar geçer!

Sende sadece arkalarından baka kalırsın…

Sevgi ile kalın…

Dolly

http://www.lapetitedolly.com

Dolly Karlıyol Tosun Kimdir ?

Resim

Dolly Karlıyol Tosun, tam bir YAY burcu kadını!
Annemin karnındayken bile tepinen bir enerjiye sahipmişim ve doğduktan sonra da şükür enerjimden hiç bir şey kaybetmedim.
(Meraklı, canlı, konuşkan, girişken, komik ve renkli bir kişilik olmaya çalışıyorum diyelim )
Terzi bir babaanne ve kuaför bir anneannenin torunuyum.
Sanata, modaya, ölümün ötesine, astrolojiye ve bilinmeyene olan ilgim her zaman vardı.
Aynı zamanda insanlarla iletişimi ve sosyal olmayı çok seven biriyim.
17 yaşımdan beri kurumsaldan, reklamcılığa kadar bir çok sektörde  çalıştım.
Ta ki “bir gün ben ne yapıyorum? ne zaman hayallerimi gerçekleştireceğim?” diyene kadar…
Yaklaşık 2 senedir stil danışmanı ve bloggerım.
Tosun Paşamın karısı, 4 minişimin (kedilerimin) de anasıyım 🙂

“Hydra”

Blog Fırtınası

20.Gün: Burcunuzun özellikleriyle bir karakter veya bir dünya yaratın.

 

“Hydra”

Bir varmış, bir yokmuş.

Dünya’dan 136 ışık yılı uzakta, “AsellusAustrallis” diye bir takımyıldızı varmış.

Bu takımyıldızının içinde ise “Yengeç” diye bir gezegen varmış.

Görsel

Bu gezegende yaşayan canlılar, aynı insanlara benziyormuş ama tek bir farkla: hepsinin karakteri Dünya’da yaşayan “Yengeç Burcu” insanlarına benziyormuş.

Yengeç gezegeni insanları: gücünü Ay’dan alır, ve bu yüzden  Ay’a taparlarmış.

Ay tutulması olduğu zaman; gezegende yas ilan ediliyor, kimse işleri ile ilgilenmiyor ve kendilerini güçsüz hissediyorlarmış.

Bu yüzden ay tutulması zamanı hepsi işlerini bir kenara bırakıp, Ay’ın tekrar onlara görünmesi için dua ederlermiş.

Ay’ın dolunay olduğu zaman ise yengeç insanlarının en güçlü oldukları zamanmış.

Bu zamanlarda her zamankinden daha fazla çalışır ve Ay’a onlara verdiği güç için dua ederlermiş.

Görsel

Bu yengeç insanlarının içerinde çok özel bir kız yaşıyormuş. Bu on iki yaşındaki minik kızın adı: Hydra’ymış. Ufak yaşına rağmen, çevresinde olgunluğu ve sevecenliği ile hep takdir toplarmış.

Hydra: biraz çılgın, biraz melankolik ve çok hayalperestmiş

Hydra’ nın en büyük erdemi sabırmış.

Hydra, genellikle olgun davranışlar sergilemesine rağmen, bazen çocuk olduğunu hatırlar ve bir bebek gibi üzerine düşülmesini istermiş. Sevildiğini duymak ve sevdikleri tarafından şımartılmak onun için çok önemliymiş.

Onu azıcık şımartabilenlere karşı da inanılmaz ölçüde sevgi sunabilirmiş.

Hydra’ nın sevdiği insanlara karşı zaafı varmış. En çok onları kaybetmekten korkarmış. En büyük zaafı annesi Helios’muş. Aralarındaki bağ öyle derinmiş ki, bazen annesi yanında olmadığı zaman Hydra nefes alamadığını, kalbinin duracağını hissedermiş.

Hydra eleştirilmekten pek hoşlanmazmış. Biraz mükemmeliyetçi bir yanı varmış. Ne yaparsa en iyisini yapmak istermiş ve o yüzden çok çalışırmış.

Görünüşte girişken gibi gözükse de duygusal ve çekingen bir yapıya sahip olan Hydra, insanlarla iletişimde asla ilk adımı atan kişi olmazmış.

Ancak, ona adım atan insanlara karşı da kapılarını daima açık tutarmış.

Birisiyle arkadaş olup, ona birazcık sevgi gösteren insanlara, aslında ne kadar sevecen olduğunu gösterebilirmiş.

Çünkü o içinde hiçbir zaman sahte duygular beslemezmiş.

Severse içten sever, nefret ederse ise nefretini tüketene kadar yaşamaktan çekinmezmiş.

Hydra; birçok yengeç insanı gibi son derece hassas ve kırılganmış.

Bu yüzden ona yaklaşan insanlara açılmaktan imtina eder ve arkadaş olacağı insanları çok zor seçermiş. Bunun sebebi aslında incinmekten korkan bir yapısı olduğu içinmiş.

Bazılarının farkında olmadan yapacağı kırıcı hareketler , onu kalın yengeç kabuğunun altında saklanmaya doğru itebilirmiş. Bu zaten çekingen ve ürkek bir yapıya sahip olan Hydra’nın aslında en çok korktuğu şeylerden biriymiş

Hydra, inanılmaz derecede yaratıcı bir kızmış.

Geniş bir hayal gücü varmış. Hatta çevresindekiler bazen onun hayal gücünü kıskanırmış. Bazı yaşıtları onunla “Hayalperest” diye alay etseler bile, o  hayal etmekten hiçbir zaman vazgeçmezmiş.

Bu yaratıcılığı ve hayal gücü sayesinde ileride hayal ettiği birçok şeyin gerçeğe dönüşebileceğini biliyormuş. Onun için önemli olan, yanında onu kabuğundan çıkmaya teşvik edebilecek insanların olmasıymış.

Hydra için ailesinden sonra en önemli şey arkadaşları ve sevgiymiş. Duygusal yapısı yüzünden sevmeye ve sevilmeye muhtaç olduğunu düşünüyormuş.

Sevginin gücüne inanıyor ve hayatında karşısına çıkan engelleri sevgi ile aşabileceğine inanıyormuş.

Çünkü ufacık bir bedeni ve koskocaman bir kalbi varmış.

Her zaman bir kötülük ile karşılaştığında Annesinin ona zamanında tembihlediği bir sözü hatırlarmış:

“ Unutma küçüğüm, Hayatta kötüler ve kötülükler de olacak elbet kazanan her daim  sevgi olacaktır.”

Sevmekten vazgeçmeyin.

 

İgal Biton

Görsel

Kaybolup gidenler…

Eskidendi belki evet…

İnsanlar birbirlerine günaydın, iyi akşamlar falan derdi…

Yüzleri gülerdi, samimiydiler o günlerde…

Sabahları gülerek; neşeyle uyanan insanlar vardı bir zaman…

Fazla paraları veya teknolojileri yoktu belki ama sahip oldukları daha önemli bir şeyleri vardı :

Mutluluk  !

Saygı ve sevgi : şu an hiç olmadığı kadar önemliydi onlar için…

Şimdi kaybolup giden meslekler vardı o zamanlar;

Bakkallar, demirciler, hamamcılar,

Keçeciler, kilimciler, sandelyeciler,

Sepetçiler, terlikçiler, yorgancılar,

Gramofon tamircileri vardı mesela..

Bu yazıyı okuyan bazılarınız gramofon nedir bile diyebilir hatta 🙂

Kalaycılar vardı sonra hatırladığım,

Nalbantlar, semerciler, sütçüler,

Terziler vardı ve çok önemliydiler o zaman…

İyi bir terzi altın değerindeydi hatta..

Ne oldular dersiniz…

Bir bir kaybolup gittiler, maalesef.

Ya teknolojiye ya da kapitalizme yenik düştüler çoğunlukla…

Kabul etmemiz gereken bir gerçek var. Zaman değişiyor.

Bu mesleklerin, ustaların yerini çoğunlukla teknoloji ve makineler aldı.

Hiç durup iki saniye düşündünüz mü acaba bu meslekleri icra edenlerin işlerine karşı nasıl bir emeği vardı diye ?

Nasıl bir özveri, nasıl bir içtenlik, nasıl bir zanaatkarlık gerektiriyordu bu meslekler diye..

Ben bu yazıyı yazarken düşündüm…

Bu mesleklerin tek ortak yanı insan ile bolca iletişim ve  olabildiği kadar bolca samimiyet idi.

Bu meslekler aynı insanlık gibi aslında…

Çünkü bu mesleklerin kayboluşu gibi insanların da samimiyeti kayboluyor artık zamanla..

Gün geçtikçe insanların yerini insan görüntüsünde robota yakın makineler alıyor farkında mısınız ?

Duygudan, samimiyetten, insanlıktan yoksun bir insan düşünebiliyor musunuz?

Ben düşünemiyorum.

Olsa bile nasıl olur, bu vaziyette ne kadar ve nasıl yaşayabilir acaba ?

O yüzden dünyadaki insanlar hızla robotlaşmaya doğru giderken…

Siz siz olun :

İçinizden geliyorsa: bağırın, çağırın, ağlayın, gülün…

Duygularınıza gem vurmayın.

Duygularınızı açığa vurmaktan asla korkmayın ve çekinmeyin…

Samimi olun.

Doğruyu söyleyin.

Kaybeder miyim diye düşünmeyin.

İçinizdeki çocuğu sakın ama sakın öldürmeyin.

Uzun vadede yine inanın siz kazanacaksınız, kaybolup gidenler arasında…

İgal Biton