Hayat sadece yaşamak değil, iz brakmaktır.

Evet;

Uzun zamandır yazmıyordum. Her insan gibi benim hayatımda da iyi ve kötü bir şeyler oluyor.

İyi şeyleri yazmak bu kadar kolayken; bazıları için kötü deneyimleri paylaşmak bir kat daha zor oluyor.

Tanıyan bilir. Olabildiği kadar pozitif enerjiye ve gülmeye inanan biriyim.

Son dönemlerde birçok karmaşık yol ve olaydan geçtim.

Bir hastalık geçirdim, şimdi şükür iyiyim…

En yakın olduğum, çok sevdiğim teyzemi maalesef kaybettim.

Kendimle baş başa kalıp sohbet etme imkânım oldu.

Hayatı da sorguladım tabi.

Ama hayat sizin sorgunuza cevap vermiyor.

Sadece olacakları önünüze koyuyor ve size de onla yaşamak, başa çıkmak kalıyor.

Yazı yazmayı,  sizlerin beni okumasını ve  yorum yapmanızı da özledim…

Ama hayat bir bisiklete binmek gibidir. Pedalı çevirmeye devam ettiğiniz sürece düşmezsiniz.

O yüzden ben de pedalları tekrar çevirmek zorunda hissettim kendimi.

Genelde hayat ile ilgili yazıyorum. Çünkü hayat bizim bu dünyadaki en büyük  sınavımız.

Karşımıza çıkan iyi ve kötü olayları karşılama, onlara tepki verme ve öğrenme sınavımız.

İyi şeylere nasıl tepki veriyorsun, kötü şeyler ile nasıl mücadele ediyorsun işte onun sınavı…

Güzel olan şey ise; bunlardan ders çıkarabilmek ve hayattan öğrenebilmek.

Bana göre Hayat’ın size en önemli öğretisi ise yaşarken öğrenmek. Çünkü hayat; yaşarken öğretebiliyor ve yeterince güçlü isen seni bile değiştirebiliyor. Yeter ki öğrenmeye ve yeniliğe açık ol…

Bir de hayatı sizle kesişen insanlara dokunmak var tabi. Onlara dokunabilmek, güzel şeyler paylaşabilmek ve iyi anılar bırakabilmek.

Kim ne derse desin, hayatınızda ne olursa olsun, siz iyiliğe dokunun. Hayatınızdaki insanlara hep pozitif olun ve iyiliğinizi yansıtın.

Hayat sadece yaşamak değil, iz bırakmaktır.

Ve iz bırakmak isteyenlere bir tavsiye: Ralph Waldo Emerson’dan gelsin:

Yol sizi nereye götürüyorsa oraya gitmeyin, yol olmayan yerden gidin ki; iz bırakın.

vkvyc

Hayatta iz bırakmak önemli evet ama asıl önemlisi sizin o izi nasıl bıraktığınızdır.

Hayata sizin attığınız imza; insanların isminizi duyduğunuzda  yüzlerinde beliren tebessüm olsun.

İyi haftalar;

İgal

“Yaşamın Anlamı”

Evet geldik haziran ayına.

Mayıs ayının sonunda yazılmış ama biraz ertelediğim bir yazı var.

Mayıs ayı için çok çok eskilere giderek ondan yazı yazması için bir çocukluk arkadaşımdan rica ettim.

Serra’cım da beni kırmadı hemen yazısını yolladı.

Evet Blogumun Mayıs ayı konuğu “Serra Ilgaz”

Kendisinin yazısını biraz ertelemeli yayınladığım için de ondan özür diliyorum. Umarım beni bağışlar 🙂

Yazısı o kadar güzel ki size Serra’yı övmek yerine  sizi onun yazısı ile başbaşa brakıyorum. 🙂

“Yaşamın Anlamı”

Tarifi imkânsızı tanımlamak mümkün mü?

Varlığımız da yaşamın anlamın sorguladığımız ilk anlardan biri: Bir bebeğin ellerini keşfettiği o ilk an. Zamanın durduğu, var oluşun ilk sorgulamalarından birinin yapıldığı o mucizevî an…

Yüzyıllar önce filozoflar da hayatın anlamını sorguladılar​​. Aristo dünyaya işaret ederken, Platon gökyüzüne işaret etti.

Helenistik dönemde, filozoflar hayatın anlamını edinilen maldan serbest kalarak zenginlik, güç, sağlık ve şöhret isteklerini reddetme olarak tanımladılar.

Hedonist dünya görüşü bedensel haz üzerine kurulmuş bir hayat anlayışından bahsetti oysa Epikuros mütevazı zevkleri arayışı övdü.

17. ve 18. yüzyıllarda John Locke, Jean – Jacques Rousseau ve Adam Smith gibi erken düşünürler emek ve varlık yoluyla hayatın anlamını bulma ve bu amacı destekleyen bir ortam yaratmak için sosyal sözleşmeleri kullanmayı ön gördüler.

19. yüzyıl devam ederken Faydacılık “en büyük mutluluk ilkesi ” olarak hayatı tanımladı.

Aynı dönemde Nihilizm hayatın nesnel bir anlamı olmadığını öne sürdü.

20. yüzyılda hayatın anlamı ile ilgili biyolojik ve bilimsel gelişmelerin ışığında insan varlığını yeniden değerlendirme girişimlerinde radikal değişiklikler gördük (pragmatizm ve mantıksal pozitivizm, varoluşçuluk, seküler hümanizm gibi)

 

 

Bugün,

Toplumlarda devam eden en büyük değişim bilgi paylaşımın kolaylaşmış olması. Tüm düşünceler ve bilgiler bizden bir parmak uzaktalar. Ve biz daha kapsamlı bir “kendimizi anlama” arayışının peşindeyiz.

İletişim becerilerimiz ile birlikte kolektif hafızamız ve tanımlama yeteneğimiz de gelişiyorlar.

Gelecek daha da önemli değişikliklere gebe.

Bu eğilim bizlerin iş yapma biçimini ve yaşam anlamımızı da etkilemeye devam edecek.

Zaman değişiyor, dogmaları değişiyor, ilişkiler değişiyor, beğeniler değişiyor fakat hayatın özü hala burada…

Hayatın anlamı hatırlamaya değen her anımızda: ilklerimizde, sonlarımızda… ve hatta arada yaşadıklarımızda: Okulda ilk günün, iş yerinde son günün, ilk aşkın, onunla son akşam yemeğin, , arkadaşlarla çıktığın o ilk tatilin,  yaptığın son çılgınca bir şey, ilk hayal kırıklığın, ilk zaferin, son memnuniyetin…

Bugünün… Yarınların!

Anları yakalayın…

Hayat buna değer! Hatta bu yalnız Pazartesi bile buna değer !

Ve lütfen unutmayın:

Hayatın anlamı bu anda… Başka hiçbir yerde değil içinizde…

Sevgiler,

Serra

Beni takip etmek için www.serrailgaz.wordpress.com

Twitter @serrailgaz

Serra’ya dair:
Resim
Serra yurt dışında geçirdiği uzun yıllardan sonra 2010 senesinde Türkiye’ye döndü. Start-up lara incubation desteği, kobilere ve şahıslara yönetim danışmanlığı hizmeti veriyor.
2 mucizem diye adlandırdığı kızları ile İstanbul’da yaşıyor.
Resim yapmaktan, seramik atölyesinde saatlerini geçirmekten, okumak ve hayatı anlamaya çalışmaktan zevk alıyor.
Minik bir bloğu var. Oradan hayata sesleniyor.

 

YAŞAMAK

Evet, geldik Mart ayına.

Mart ayı sizler için seçtiğim Misafir Blogger: Yeşim Mutlu nam-ı diğer YSM

Kendisini dört seneye yakın bir zamandır, keyifle sosyal mecralardan takip ediyor ve hayranlık duyuyorum.

Neden mi?

Çünkü:

Resim

Yeşim Mutlu: İlk başta  3 çocuğa sahip süper bir anne,

Resim

Aynı zamanda; İyi bir doğum fotoğrafçısı ve fotoblogger;

Resim

ve buna ek olarak ta birçok sosyal sorumluluk projesinin de gönüllüsü ve öncüsü…

Kendisinin bitip tükenmek bilmeyen hayat enerjisi ve deneyimleri bana hep ilham olmuştur.

Bu yüzden kendisinden yaşam ve deneyimler üzerine bir yazı rica ettim.

Yeşim  de beni kırmadı ve hemen “Yaşamak” başlıklı yazısını yolladı.

Ben yazıyı çok çok beğendim  ve  YSM’ye tekrar teşekkür etmek istiyorum.

Yaşamak isimli yazıyı beğeninize sunarım:

“YAŞAMAK”

“Yaşamımda var olan var olmuş ve var olacak yaşamlara…

Yaşam keyiftir. Nasıl, ne için, ne zaman ve nerede yaşamak önemli değil; sadece yaşamaktır önemli olan.

Kavurucu sıcaklarda birdenbire yağmurun yağması; kaybedilen sevgilerin ilk kez okunan satırlarda bulunmasıdır yaşamak. Hayaller gökyüzüne bırakılırken; ulaşılmaz sanılan dağın tepesinde insanın kendini bulmasıdır yaşamak. Serseri yalnızlıklarda sessizliğin sevişmesi, keşfedilmemiş ülkelerde dilini anlamadığın insanların arasında dolaşmaktır yaşamak. Sessiz geceyi bölen çığlıkla yeni doğan bebeğin ağlamasıdır yaşamak. Her şeyi akışına, oluruna bırakmaktır yaşamak, yolunu bulan su misali…

Dünyaya gelmenin ne anlama geldiğini öğreten duygudur yaşamak.

Yaşamak sadece yaşamaktır.

31/08/2003” de yazmışım yıllar önce. Yayınlayıp yayınlamadığımı bile hatırlamıyorum. Günlüğümden çektim çıkarttım satırlara taşıdım.

Yazdığım yazının üzerinden tam 11 sene geçmiş. Az önce yeniden okudum. Düşüncelerim de değişiklik var mı sorguladım. Konu hayat üzerine yazmak olunca kendimden kopya çekmek istedim. Malum hepimiz kendi hayatımızın başrolündeyiz. Bazıları hayatlarını yaşarken bazıları da hayatlarını uydururlar. Baktığınızda ikisi de “hayat hikâyesi” olarak gözükür. Ama asıl önemli olan hayatı uydurmak değil, yaşamak.

YSM olarak hayatı dolu dolu yaşamak gerektiğine inanan bir kadınım. Belki de bu yüzden hayatı kaçırıyorum duygum yakamı hiç eksik bırakmaz. Yapmak istediklerim o kadar çokken hayatın bana sunduğu sorumluluklar ve zaman. Kendimden bir kaç tane olsa dediğim çok olur. Oysa hangimiz istemez ki birimiz çocuklarla ilgilenirken diğeri konsere, filme, tiyatroya gitsin. Birimiz çalışırken diğeri dünyayı gezsin. Yani konu yaşamak olunca o kadar çok yaşam var ki. Ama ne yapıyoruz sadece yaşıyoruz.

42 yıllık hayatımda öğrendiğim eskiden de yazdığım gibi her şeyi akışına bırakarak yaşamak gerekiyor. Olduğu gibi olanı kabullenmek olmayan içinde üzülmemek. Çünkü biliyoruz ki bir şey olmuyorsa da bizim hayrımıza.

İnsan zaman ile öğreniyor bunları. Bu satırları okuyan gençler yazdıklarımı anlamlı bile bulmayabilir. Zaman hızlı tüketim ve sosyal zamanlar. Ama unutulmamalı ki tek bir an var o da içinde bulunduğun an. Bu sebeple içinden geldiği gibi, kendi mutluluğunu yaratmaya yönelik olacak yaşamak. Çok zor da diyebilirsiniz. Evet, çok zor ama şu hayatta ne kolay ki. Oyun oynamak için bile yerinizden kalkıp ya oyuncağı almak ya da bilgisayarınızı televizyonunuzu ya da mobil cihazlarınızı açmak zorundasınız. Yani her şey istemekle başlar.

Yaşamak, iyi ve mutlu yaşamak bir tercihtir. Siz iyi olmayı ve hayatınız boyunca farkında olarak yaşamayı tercih ederseniz hayatı farklı yaşarsınız. “Mutlu olduğunuz zamanlarda bütün dünyanın çok daha güzel göründüğünü hiç hissettiniz mi? Oysa sizin bakış açınız dışında gerçekte hiçbir şey değişmemiştir…” diyor Judi James. Gerçekten ne kadar doğru değil mi?

Bir yabancı gibi değil de kendi hayatınızı farkında olarak yaşamak gerekir. Herkes kendi tecrübesini tüm bir hayatın tecrübesi olarak sanır. Oysa önemli olan sadece yaşamak ve ruhunu beslemektir. Yaşarken de başkalarının yargılarına takılıp kalmamak gerekir. Önemli olan duyguların özüdür.

Gerisi detay, gerisi hikâye kalır.

Yeşim Mutlu

” Fırtınadan sonra “

Blog Fırtınası

Gün 14. “Fırtınalı ve karanlık bir geceydi…”

Yazıya bununla başlıyoruz, sonra neler oluyor bakıyoruz.

” Fırtınadan sonra 

Fırtınalı ve karanlık bir geceydi…

Emre yatağında korkusundan titriyordu.

En korktuğu şeylerden biriydi şiddetli gök gürültüsü, henüz sekiz yaşındaydı.

Hayal kahramanlarının ve canavarların var olduğuna inanıyor, böyle gecelerde kendisini almaya geleceklerini  düşünüyordu.

Babasının ona tembihlediği gibi yorganın altına girdi.

Babası korktuğu zamanlarda yorganın altına girerse, hiçbir canavarın ona zarar veremeyeceğini söylemişti.

Üstelik elinde gizli bir silahı vardı: ufak bir el feneri.

Uyumakta zorlanıyordu. Korku içine işlemişti. Babasına seslendi.

Ses gelmedi. daha yüksek bir sesle tekrar seslendi.

Yine ses gelmedi. Biraz daha bekledi.

Ayak sesleri duyuluyordu. “Babam geliyor” diye düşündü.

Odanın kapısı ağır ağır açıldı. Gök gürültüsünün sesi, kapının gıcırtısına karışmıştı.

Odaya giren kişinin ayak seslerinin yavaş yavaş kendisine yaklaştığını hissetti.

Emre, babasına sımsıkı sarılmak için yorganın altından çıktı.

O da ne? Gelen babası değildi. Gördüğü şey karşısında korkunç bir çığlık attı.

Görsel

Başında uzun siyah şapkası, üzerinde siyah uzun pelerini ve asası ile bir cadı ona bakıyordu.

Emre can havliyle bağırmaya çalıştıysa da, sesi çıkmıyordu.

Şoktaydı.

El fenerini açmaya çalıştı fakat yaşadığı panik ve heyecandan yere düşürdü.

Kendisine doğru yaklaşan çirkin cadıdan öylesine korkmuştu ki, kalbi duracak gibi hissetti.

Emre, bir an umutsuzluğa kapıldı, ne yapacağını bilmiyordu.

Annesine ve babasına sesini duyuramıyordu.

Ağlamaya başladı. Hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordu. Fakat başaramadı.

Sadece gözlerinden yaşlar aktı.

Cadı Emre’ye doğru iyice yaklaşmıştı. Ellerini uzattı.

Emre o an, daha fazla mücadele edemeyeceğini anladı.

Sadece ağlıyordu.

Artık yapabileceği hiç bir şey olmadığını düşündü.

Yaşadığı heyecan, korku ve panik, onu güçsüz bırakmıştı.

Direnmedi.

Gözlerini kapadı ve beklemeye başladı.

Olabilecek her şeyi kabullenmişti ve beklemeye koyuldu

Aradan dakikalar geçmişti ki, odada bir sessizlik hakimdi.

Neden hala cadı ona saldırmamıştı?

Bütün cesaretini toplayıp,  gözlerini tekrar açtı.

Gördüğü şey karşısında donup kalmıştı.

Güneş yeni doğmuş, odanın perde arasından ona göz kırpıyordu.

Düşünmeden edemedi, az önce yaşadıkları kötü bir rüya mıydı?

Emre doğruldu, yatağından kalktı ve camın önüne doğru yürüdü.

Rahatlamıştı ve yüzünde tatlı bir gülümseme vardı.

Nihayet korkuları ile yüzleşmişti.

Korktuğu şeylerin bir hayal ürünü olduğunu anladı.

Emre: yeni bir günde kendini değişmiş, bambaşka hissediyordu.

Bu hikâyeyi  Haruki Murakami’ nin “Sahilde Kafka” romanından bir alıntı ile tamamlamak istiyorum.

Görsel

“Kader bazen yönleri değiştiren bir kum fırtınası gibidir. Sen yön değiştirirsin fakat kum fırtınası peşinden gelir. Tekrar yön değiştirirsin, ama fırtına yine seni bulur. Tekrar ve tekrar böyle devam edersin, tıpkı şafaktan önce ölümle yapılan meymenetsiz bir dans gibi. Neden? Çünkü fırtına uzak bir yerden sana doğru esen herhangi bir şey değil. Fırtına sensin. Senin içindeki bir şey. Bu yüzden yapman gereken şey, kendini vermek, fırtınanın tam içine girmek. Sonra sen, gerçekten de onun içinden geçip gideceksin. O kum fırtınasının içinden. Hem sembol hem de fiziksel olarak görünen o kum fırtınasının. Ancak, hem sembol hem de fiziksel bir şey olduğu halde, aynı zamanda o şey insanın vücudunu binlerce bıçak tarafından kesilmiş gibi lime lime eder. Sayısız insan orada kan akıtmıştır, elbette senin kanın da akacak. Ilık, kırmızı kanın. O kanı avuçlarına dolduracaksın. Senin kanın ile başkalarının kanı birbirine karışacak.
Sonra o kum fırtınası bittiğinde, nasıl olup da onun içinden geçebildiğini, nasıl hayatta kalabildiğini tam olarak anlayamayacaksın. Hayır, o fırtına gerçekten bitti mi bunun bile farkına varamayacaksın. Yalnız, tek bir şeyden emin olacaksın. O fırtınanın içinden geçtikten sonra, fırtınanın içine ayak attığındaki kişi olmayacaksın artık, aynı kişi olmayacaksın.”

Görsel

“ Keşke ” leri azaltıp “ İyi ki ” leri çoğaltmak !

 

Blog Fırtınası

Gün 10. Eskiden yazdığınız bir şeyi bulun.

Girişini ya da tamamını tekrar yazıp ona yepyeni bir ton verin.

 

Eskiden  “Keşke” yi o kadar çok kullanırdım ki;

Keşke aşağı, keşke yukarı..

Sanırsın imparator doğduk da sonradan dilenci olduk…

 

Görsel

Hep büyük beklentiler ve tabii karşılığında da doyumsuzluk, hakimdi bende

Doyumsuzluk sadece benim için değil, tüm insanlar için geçerli aslında.

Çünkü insanoğlu, sahip olduklarının değerinin farkına varmadan, onları korumak yerine daha fazlası için her zaman talepkardır.

Neden bilemiyorum.

Fakat bir gün kafanızda bir şimşek çakıyor ve düşünmeye başlıyorsunuz; sonunda öyle bir noktaya geliyorsunuz ki, düşünme yerini sorgulamaya bırakıyor.

Kaybettiğiniz zamanın değerini,ancak kendinizi sorgulamaya başladığınız zaman anlayabiliyorsunuz

İnsanın en değerli hazinesi elinden sürekli akıp giden, hep istediği ama bir türlü tutamadığı “zaman”dır aslında.

Nesillerden beri insanoğlu, açgözlülüğü yüzünden istediği her şeyi elde etmek için savaşlar  vermiştir.

Toprak, hükümdarlık,şan, şöhret, para, pul, ve benzeri daha bir çok şey…

Adını siz koyun…

Bunları elde etmek için ise iki şeyini düşünmeden harcar: Emek ve Zaman

Fark edemediği gerçek ise: Elde etmek için peşinde koştuğu şey, o iş için harcadığı zamandan daha değersizdir.

Çünkü zaman tek yönlüdür ve hep ileriye doğru akar.

Yirminci yüzyılın en önemli kuramsal fizikçisi, Nobel ödülü sahibi ve izafiyet teorisinin mucidi: Albert Einstein’ ın, zamanın değerini çok güzel anlattığını düşündüğüm bir sözüne yer vermek istiyorum:

 

“Dünden öğrenin, bugün için yaşayın, yarın için ümit edin. Mühim olan asla sorgulamaktan vazgeçmemektir.”

Görsel

Zamanın kıymetini ve önemini anladığınız gün, hayatınızdaki “keşke” leri de farkında olmadan azaltmaya başlıyorsunuz.

Kafanızı kurcalayan soruların cevaplarını bulmaya başladıkça, öğrenme isteğiniz artıyor.

Böylece “ İyi ki ” kelimesine hayatınızda daha fazla yer ayırmaya başlıyorsunuz.

Sonra düşünüyorsunuz:

Görsel

” İyi ki ” zamanında boşa vakit geçirebilmişim…

” İyi ki ” zamanında bir çok ülke gezmişim…

” İyi ki ” ders çalışmak yerine futbol oynayabilmişim…

” İyi ki ” canım istedi diye yüksek sesle müzik dinleyebilmişim…

” İyi ki ” bu kadar çok şeyi yaşamıma sığdırabilmişim…

” İyi ki ” düşmanlarımdan daha fazla dost edinebilmişim

Neden mi ?

Çünkü bu hayatta zamanın değerini, yapmak istediğinizfarklı şeyleri ve aslında daha öğreneceğiniz çok şey olduğunu bu sayede kavrıyorsunuz.

Hayatta herşey bir sebep-sonuç ilişkisi içerisinde ilerliyor.

Siz daha  sebebin ne olduğunu anlayana kadar sonuca ulaşamadan hayatınız geçiyor.

Anlamaya çalışmak yerine, anı yaşamaya bakın!

Nehirde akıntıya karşı  kürek çekmek yerine;  kendinizi akıntıya bırakın, kürekler sadece daha hızlı gitmenize yardımcı olsun.

“Keşke” leri azaltıp “iyi ki” lere  daha çok yer açın.

Ancak bu şekilde hayatın sizin için planladıklarını algılamaya ve size sunacağı hediyeleri kabul etmeye başlayabilirsiniz.

İgalBiton

Görsel

Az Eşya, Az İnsan !

 

Vakit bulsam da yazsam diye kıvrandığım dakikaların birindeyim.

Kendi kendime “Yok, sanırım ben yazamıyorum” diyorum.

“Zamanım da yok zaten” diye bahane buluyorum.

“Konu bulamıyorum, aklıma bir şey gelmiyor” diye kendimle cebelleşiyorum.

Sonunda yine bir şeyler dürtüyor beni…

Kendimle kalıp bir şeyler karalamaya karar veriyorum.

Çocukluğumuzda hepimiz ne kadar çok arkadaşımız olursa, o kadar popüler olacağız sanırdık…

Sanırdık değil mi ?

Hayır, tek sanan ben isem durum biraz daha  vahim çünkü…

Büyüdükçe, çeşitli sebepler ile daha az insan oluyor hayatınızda…

Bazıları kendi gidiyor, bazılarını da siz gönderiyorsunuz hayatınızdan…

Büyüyoruz belki de.

İnsan büyüdükçe olgunlaşır, olgunlaştıkça birey olur ve birey oldukça yalnızlaşır…

Ya da yine ben öyle sanıyorum…

“Ancak az şey bildiğimiz zaman bilgimizden emin olabiliriz. Kuşku, bilgi arttıkça artar.” diyor Johann Wolfgang Von Goethe.

Görsel

Peter Abelard ise “Bilgelik için tek anahtar devamlı soru sormaktır. Şüphe ederek bir araştırmaya başlarız. Araştırmakla da doğruya ulaşırız.” demiş.

Görsel

Bana göre öğrendikçe sorguluyoruz, sorguladıkça kuşku duyabiliyoruz.

Bu öğrenme içgüdüsü ve kuşku bizi biz yapan değerler arasında aslında…

Hayat bana göre kendini keşfetme yolculuğu, zaman kavramı ise göreceli…

Bazısının bir ömür dediği, kimisine göre göz açıp kapayana kadar geçiyor.

Ne olursa olsun insan ancak ve ancak zaman içerisinde kendisini tanıyor.

Artıları, eksileri, iyi ve kötü yönlerini keşfedebiliyor.

Aslında tek bir konu var,  insan yaşadığı sürece kendini geliştirebilmeli…

Bunu yapabiliyorsa, o yolculukta nereye gittiğinin, kiminle gittiğinin, neden gittiğinin bir önemi yok …

Toparla hadi diyenleriniz için hemen toparlıyorum.

Zamanla anladım ki hayatta “Dost” konusunda aslında önemli olan nicelik değil nitelik…

Çok insan değil, az insan gerekli hayatta.

Hayatınızda birkaç “Dost” diyebileceğiniz insan var ise en zenginlerden biri sizsiniz…

Bu karara nasıl mı vardım ?

Dost görünüp arkamdan iş çevirebilen insanların varlığının yarattığı hayal kırıklığı bünyemde uzun süre kalabildiği için …

Birilerine güvenip tekrar hayal kırıklığı yaşamak istemediğim için…

En önemlisi vaktimi sadece gerçek “Dost” larıma ayırabilmek için…

Aslında liste uzar gider ama ana başlıkları ile toparladım diye düşünüyorum.

Bu düşünceler kafamda dolanırken Franz Kafka’nın bir sözü tam da beni doğrular gibi kulağıma fısıldadı:

Görsel

İgal Biton

” İyi Ol “

Hayatta yollar, tercihler,  insanlar ve tecrübeler var.

İyi insanlar arkadaş, dost, akraba ve ailen oluyor.

Kötü insanlar ise senin tecrübelerin oluyor.

Son dönemde en düşündüğüm konu “hayatta kötü insanlar neden var ?” konusuydu.

Sürekli aklıma geliyor, her karşıma çıktığında beni biraz daha sinirlendiriyordu.

Sanırım “Polyanna” cılık oynayıp, sebep-sonuç ilişkilendirmesinde kendimce bir çözüm buldum.

Evet, insan hayatına giren “kötü” diye tabir edebileceğimiz insan müsvetteleri hep tecrübelerin, öğretilerin oluyor. Onlar aslında birer hırsız. Çünkü senin hayatından ve zamanından çalıyor. Bu hayattaki en büyük hazinen zaman olduğuna göre bu hırsızlara çok dikkat etmek gerekli..

Sanma ki sana bir şeyler katmıyor.

Hep katıyor aslında ve seni olgunlaştırıyor.

Düşün sevgilin seni aldattı, belki günlerce ağladın ama hayat ve güven üzerine en büyük tecrübeyi edinmiş oldun.

Canım dostun dediğin, yeri geldiği zaman bir çorbayı, bir ekmeği paylaştığın insan… Belki de cebindeki son kuruşu sadece ihtiyacı var diye çıkarıp verdiğin dostun…

O sana ne mi yaptı ?

En çok ihtiyacın olduğu zamanda yanında olmadı, arkandan konuştu, eski sevgiline yakınlaştı (bunların her biri olabilecek seçeneklerdir)

İşte dostluk ve arkadaşlık hakkında en büyük dersi almış oldun.

Hep öğreti dağarcığına kattığın “dost kazıkları” oldu onlar.

Muhtemelen hiç unutmadın, unutaman da mümkün olayacak zaten…

Kadere inanırım ama kaderci bir insan değilim.

Bu ne demek oluyor diyebilirsiniz şimdi?

Ben hep şuna inandım: hayat denilen uzun-kısa göreceli yolda ilerlerken, hayat karşımıza bazı seçenekler sunuyor…

Allah bize bu seçenekleri değerlendirmek için bir kalp, bir de beyin vermiş.

Kalp ve beyin bu yollarda hep birbiriyle çelişiyor.

Devamlı çetin ama tatlı bir rekabetin hüküm sürdüğü bu savaşın galibi: bazen kalp, bazen de beyin oluyor.

Yani kader karşımıza yolları çıkarıyor ama son tercihi belkide farkında olmadan yine biz yapıyoruz.

“Neden ben?”

“Neden bu beni buldu? “

“Hep benim başıma mı gelecek bu?” demek yerine belki de iki saniye durup, sakinleşip, tekrar düşünmek, gözden geçirmek lazım konuyu…

Belki hayatımızda her dönem doğru tercihleri yapamıyoruz ve aslında içinde olduğumuz durumu analiz edemediğimiz için de bunun farkına varamıyoruz.

Hep bir şeyler üzerine kendi kendime beyin fırtınası yapmayı sevmişimdir…

Başıma gelen olaylar karşısında “neden ben ?” sorusunu sormuyorum artık.

“Ben ne yaptım da sonuç bu şekilde oldu” diye soruyorum kendime.

Bazen öyle insanlar ile karşılaşıyorum ki ne yapsam, ne kadar kendime sorsam yine de sebebi anlayamıyorum.

İşte o zamanlarda hayatımdaki bazı insanları ne kadar çok sevsem de onların hayatımdan gitmesine izin vermem gerekiyor.

Çünkü onları çözmek veya düzeltmek için gerekli çabayı sarf edip bir aşama kaydedemediysem biliyorum ki onlar da benim hayatımdaki zaman hırsızlarıdır.

HAYAT: çok acımasız bir öğretmen…

“ZAMAN” isimli dersi size sadece bir kez veriyor ve tenefüs zilini çalınca sizin dersiniz bitmiş oluyor.

Tek bir ders, sadece tek şansınız var…

Tüm zamanınız, yaşayacaklarınız, tecrübeleriniz kısacası tüm hayatınız tek bir ders ile sınırlı…

Tenefüs zili çaldığında belkide siz başka bir şekilde tekrar yaşamaya başlıyor olacaksınız veya ebedi huzura kavuşacaksınız.

Bunu şu an için bilemiyoruz ama bildiğimiz bir şey var; o da bu hayattaki zamanımızın çok kısıtlı olduğu.

O yüzden yaşadığınız hayattan bir an için kafayı kaldırıp, nefes molası vermek gerek…

Belkide çevrende seni mutlu edebilecek insanları beklemek yerine onları senin bulman gerekiyor…

Durma, bahane yaratma, hayatında mutlu değilsen hemen şimdi başla…

Sana  değer verecek insanlarla vakit geçirdiğinde kendinle alakalı değerlerin de değişecek ve daha mutlu bir insan olacaksın.

Yazıyı okurken “Güzel yazıyorsun da bunları yapmak kolay mı, kolay mı insanları terk etmek, kolay mı yaşanmışlıklardan vazgeçmek, kolay mı alışkanlıkları bırakmak vb. ” diye soranlar var sanırım çünkü duyabiliyorum. 🙂

Bahane üretmek istersen ben “kolay mı” ile başlayan birçok bahane üretebilirim mesela…

Bunun yerine  ayağa kalkıp harekete geçme zamanı…

Yazımı William Shakespeare’den “İyi ol” şiiri ile bitirmek istiyorum.

Sanırım bu yazıya en çok yakışan “son” bu olacak.

“ İYİ OL”

İyi ol fakat çok iyi olma.

Birazcık huysuz ol fakat çok değil.

İçinden geliyorsa dua et.

Eğer sana rahatlık veriyorsa arada bir küfür de et.

Etrafındakilere mümkün olduğunca dostça davran, müşfik ol.

Eğer bir gün kötü davranmanı gerektirecek bir durum karşısında kalırsan;

Bağır, çağır, kır, dök ve unut!

Her zaman ve her yerde eline geçen bütün saadeti yakala,

En ufak bir parçanın bile kaçmasına izin verme.

Yaşa her şeyden önce yaşa ve sırf tesadüfen bu dünyaya gelmiş olduğun için,

Laf olsun diye günlerini geçirme.

Eğer gerçek aşkı tanıyacak kadar şanslıysan;

Bütün kalbin, ruhun ve bedeninle sev!

Hayatını o şekilde yaşa ki;

Her an kendi elini sıkabilesin ve her gün faydalı olan,

Hiç olmazsa bir şey yap ki;

Gecelerin yaklaşırken örtüleri üzerine çekip kendi kendine

“Ben elimden geleni yaptım” diyebilesin.

Düşüncelerin neyse hayatında odur.

Hayatın gidişini değiştirmek istiyorsan, düşüncelerini değiştir.

William-Shakespeare-300x225

William Shakspeare

 

Carpe Diem

Uzun süre bir şey yazmayınca paslanıyor insan…

Yazamıyor, ya da yazacak bir şey bulamıyor, kafasında toparlayamıyor…

Sonra düşündüm madem burası benim blogum, maksimum saçmalamak, içimden geldiği gibi yazabilmek de bana ait olmalı…

Köşe yazarı değilim sonuçta istediğimi yazar, istediğimi çizerim… (Saksı değilim ben en çok beni okuyacak, en çok beni seveceksiniz ! )

Sonra hep konuştuğumuz , aklımıza geldikçe bahsettiğimiz ama üzerinde fazla durmadığımız bir konu geldi aklıma…

Hayatta herşeye sahip olabilir insan ama iki şeyi kontrol edemez.

Bunlar ne mi ?

Bildiniz siz aslında ama ben gene de yazayım…

Kader ve Zaman

Kader ile alakalı birçok hikaye vardır.

Anlatılır, dinlenir, yazılır…

Genelde bu hikayelerden sonra : ” Ne yazıyorsa o işte , kaderinin önüne geçemiyor insan” denir hatta…

Benim vurgulayacağım konu “Zaman ve Siz” olacaksınız bu yazıda…

Siz de belki okumuşsunuzdur bir mail dönüyordu bir zamanlar…

Şöyle diyordu mailde kısaca:

Bir gün size hediye edilen 24 saatlik hazinenizdir.

Bu hazine ile ne yapacağınız size kalmış…

Çok anlamlı bir içeriği vardı bu yazının günlerce düşünmüştüm evet zamanı ne kadar boşa harcıyoruz aslında diye…

Sonra hayat koşturması içerisinde filozof değilseniz unutuyorsunuz tabi bunları !

Geçende bir arkadaşım ile konuşurken tekrar hatırladım zamanın değerini…

Hatta zamanımızı bazen ne kadar boş şeylerle geçirdiğimizi…

Güzel geçirilen bir günün değerini ancak kötü günlerde hatırlağımızı…

Sağlıklı geçirdiğiniz ve güzel geçirdiğiniz her dakikanın keyfini çıkartmamız gerektiğini…

Yataktan kalkabildiğimiz ve işe gidebildiğimiz veya sevdiklerimizle geçirdiğiniz her dakika için şükretmemiz gerekliliğini…

İnanıyorum Hayat böylece daha da güzelleşecek!

Bunu uygulayabilirsek yaşadığımız dakikalardan aldığımız keyifler uzayacak.

Zamanı durduramasak bile bu şekilde dakikaları uzatarak yaşanılan keyfi maksimize etmek mümkün olacak…

Ve bazen bizim için sıradan olan, hatta sıkıcı görünen bazı şeylerin bile keyfini sürebileceğiz belkide…

Nasıl mı ?

O yaşanan dakikanın sadece o an yaşandığını ve o saniyeye tekrar geri dönemeyeceğimizi düşünerek elbette…

Evet, bir ömür geçiyor ama daha keyifli geçirmebilmek yine sizin elinizde..

Her gün yapamasanız bile ara sırada şükredin ve yaşadığınız her günün keyfini çıkartmaya bakın…

Bu arada bu konuda yazarken sevdiğim bir kaç sözü de paylaşmadan yazımı bitirmeyeyim:

– Zaman , bekleyenler için çok yavaş, korkanlar için çok hızlı , yas tutanlar için çok uzun, sevinenler için çok kısa, ama sevenler için sonsuzdur…

– Paraya ihtiyacınız yokmuş gibi çalışın, hiç incinmemiş gibi sevin ve hiç kimse izlemiyormuş gibi dans edin…

– Nasıl ve ne zaman öleceğinize kendiniz karar veremezsiniz, ama nasıl yaşayacağınız kendi elinizdedir. F. Bernard

Carpe Diem !

Görsel

Tik tak, tik tak..

Oyun tekrar başladı…

Zamanın değerini bilin…

İgal…

” Kelebek Krallığım “

Görsel

Bu sene doğum günümde kutlayanlara kısa bir yazı yazmak istedim.

Akılda kalan kalıcı bir yazı…

Bir günde olsa doğum gününde insanın kendini “Kral” veya “Kraliçe” zannetmesi normaldi aslında…

Sadece bir gün de sürse, insanı o derece mesut eden bir gün olması dolayısıyla, aslında buna değerdi.

Bu sebepten mütevellit bu kısa yazıyı sizler ile de paylaşmak istedim.

Neden mi ?

Cevap Basit: Geçenlerde benim doğum günümdü. 🙂

Görsel

Hayatınızda aslında her gün ayrı önemlidir.

Fakat bir gün vardır ki, çoğunlukla siz hatırlanırsınız…

Telefon, sms, e-mail, facebook, twitter ve daha bir çok yerden kutlamalar gelir…

İşte bu sizin Doğumgünüzdür.

Aslında tüm hayatınız boyunca tanıdığınız, karşılaştığınız veya bir şekilde hayatınızda girmiş olan insanların bir nevi resmi geçit törenidir bu.

Siz ne mi yaparsınız?

Baş köşeye geçer : selamlayanları ve kutlayanlarıı izlersiniz.

O kadar keyifli, aslında o kadar eğlencelidir ki bu kutlamalar, hiç bitmesin istersiniz…

Ama bu mutluluk ne yazık ki sadece senede sadece bir gün sürüyor.

Bu yüzden ben kendi Doğum günlerime “Kelebek Krallığı” ismini taktım.

Hepimizin “Kelebek Kral” veya “Kelebek Kraliçe” olduğu günler var.

Asıl mühim olan farkında olabilmek ve yanında olanların değerini bilebilmek…

Sevgili Arkadaşlarım ve dostlarım:

Beni hiç yalnız brakmadınız ve hep mutlu ettiniz.

Zaman içerisinde öyle dostlar edindim ki arkadaştan öte; ailem gibi oldular.

Zor günlerimde destek oldunuz, moral verdiniz. İyi günlerimde neşemi paylaştınız. Güzel zamanlarıma alkış tutunuz. Desteğiniz ve neşeniz ile her günüm sayenizde daha güzel oldu.

İyi ki varsınız, İyi ki tanıdım sizleri…

Ben bu vesile ile “Kelebek Krallığım”a uğrayan tüm arkadaşlarıma ve dostlarıma teşekkür ederim.

Sevgilerimle;

İgal BİTON

Hayatta “Keşke” lerin yerine “İyi ki” leri koyabilmek…

Görsel

Eskiden hep “KEŞKE” diye başlardım cümlelere..

Keşke şu olsa, bu olsa..

Hep bir doyumsuzluk, hep bir tatminsizlik hakimdi bünyemde.

İnsanın genel yapısında da var.

Bende yok demeyin, hepimizde var aslında…

İnsan olmak böyle birşey zaten, doğru ve yanlışlarıyla güzel bir şey insan olmak…

Ne oluyor, neden oluyor ve nasıl oluyor bilmiyorum.

Fakat neden sonra zamanla öğreniyor insan, düşünüyor, sorgulamaya başlıyor.

Zamanın kıymetini o zaman fark edebiliyor aslında.

Elimizden akıp giden ve en değerli hazinemizin zaman olduğunu…

En değerli hazinemiz zamandır dedim doğrudur.

Neden derseniz insan elindeki servetini kaybedebilir.

Çok çalışırsa o serveti tekrar kazanmak için zamanı olur fakat geçen zamanı geri getirebilir mi ?

İşte bu sorular kafanızı kurcalamaya başladığı zaman siz de bir noktaya ulaşmışsınız demektir.

Hayatımdaki o kadar zamanı ” Keşke ” boş geçirmeseydim de şunu yapabilseydim demeye başlıyorsunuz…

Çok geçmiyor bu soruların üstünden gelmeye ve öğrenmeye başlıyorsunuz hayatınızda

“ İyi ki ” lere yer vermeye…

Ben ” İyi ki ” boş boş vakit geçirmişim diyebilenlerdenim mesela…

” İyi ki ” zamanında aylak aylak gezmişim…

Ders çalışmak yerine ” İyi ki ” futbol oynamışım arkadaşlarımla…

” İyi ki ” canım istediğinde müzik dinlemişim…

” İyi ki ” o kadar ülkeyi gezmişim…

” İyi ki ” o kadar dost edinmişim hayatta…

” İyi ki ” bu kadar çok şeyi bu kısa yaşamıma sığdırabilmişim…

Neden mi ?

Hayatta zamanın değerini, yapmam gereken bir çok  şeyin olduğunu, daha aslında hiçbirşey

bilmediğimi ve öğrenmeye aslında ne kadar aç olduğumu bu sayede öğrendim çünkü…

Hayatta “ Keşke ” ler azalıp “ İyi ki ” ler çoğalınca sizde anlayacaksınız…

Herşey bir sebep için oluyor bu hayatta… Siz ne sebep olduğunu anlayana ve çözene kadar hayat geçip gidiyor.

Anlamaya çalışmak yerine yaşamaya bakın. Akıntıya kürek çekmek yerine nehirde onun götürdüğü yere gidin…

O yüzden hayatınızda karşınıza çıkan olayları “ Keşke ” ler ile değil “ İyi ki ” ler ile karşılayın.

Görsel

Hayatın size ne planladığını ve hangi an size nasıl bir hediye vereceğini asla ama asla bilemezsiniz…

Işık ve sevgi daima yanınızda olsun.