An’ da kalın…

Uzun zamandır bir şeyler yazayım istiyorum. Kısa veya uzun fark etmeksizin yazmak istiyordum.

Neden ve nasıl diye düşünmeden sadece yazmak. Zihnimi boşaltmak için yazmak.

Ara ara aklıma gelen ve aklımda kalan bir kelime: “an ’da kalmak”

Yine bir dost sohbetinde arkadaşım: “bir daha hiçbir zaman bugünkü kadar genç olmayacaksın” dedi…

Haklıydı aslında.

Zaman akıp giderken bizim için en önemlisi doğru insanlarla birlikte olmak, kaliteli vakit geçirebilmek.

Bence en önemlisi an ‘da kalmak,  anı yaşayabilmek.

Neden mi?

Hayat akıp giderken bize hatıraları bırakıyor yani anlar.

Anlar: iyi, kötü, üzgün, neşeli, kızgın, çılgın…

Anlar işte.

Hala gidilecek çok yer, edilecek çok sohbet, içilecek çok içki, tadılacak yeni yemekler belki de tanıyacak yeni insanlar var.

An’ da kalmak aslında dünyanın her döneminde farklı kişiler tarafından farklı şekillerde dile gelmiş bir an teorisi, felsefesi ya da yaşam biçimi…

Şair Theocritus, MÖ 3. yüzyılda ” Yaşam varsa, umut da vardır; sadece ölülerin umudu bulunmaz. ” diye yazmıştır.

Jules Verne, “Dünya’nın Merkezine Yolculuk” isimli eserinde “Yaşamın olduğu yerde umut da vardır.” diye yazmıştır.

Amerikalı yazar Denis Waitley de sözü aynı şekilde kullandı.

Birçoğumuzun son dönem izlediği (The Theory of Everything)  filmi ile tekrar gündeme gelen, belki de dünyanın en zeki adamlarından biri Stephen Hawking ile tekrar gündeme gelmiştir.

Stephen Hawking, Einstein’dan bu yana dünyaya gelen en parlak teorik fizikçi olarak kabul edilmektedir.

hesrsey-ic

Kendisi On iki onur derecesi almıştır. 1982’de CBE ile ödüllendirilmiş, bundan başka birçok madalya ve ödül almıştır. Royal Society’nin  ve National Academy of Sciences (Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi) üyesidir.

14 Haziran 2006’da Hong Kong Bilim ve Teknoloji Üniversitesi’nde katıldığı seminerde, bir trafik kazası sonucunda felç olan Bun Tsai, Dünyaca ünlü fizikçi Stephen Hawking’e kişilerin ötenazi ile kendi yaşamlarına son vermelerinin etik olup olmamasıyla ilgili bir soru yöneltti.

Kendisi de ötenazinin yasallaştırılması için çalışmalar yürüten Tsai’ye, Hawking içerisinde ikonik hale gelmiş bir söz ile yanıt verdi:

“Bir kurbanın, eğer ki istiyorsa, kendi yaşamına son verme hakkı olmalıdır. Ancak bence bu büyük bir hatadır. Yaşam ne kadar kötü gözükürse gözüksün, her zaman yapabileceğiniz bir şeyler vardır. Mutlaka başarabileceğiniz bir şeyler vardır. Yaşam olduğu sürece, umut vardır.”

stephen-hawking-017_1461654232_725x725-600x337.jpg

“Yaşam olduğu sürece, umut vardır.”

870f1c74fda02e3f1774986eba39d98c

Evet, gerçekten beni etkileyen bir söz oldu.

O yüzden hemen enseyi karartmayın.

Bazen sıkılırsınız, üzülebilirsiniz ama asla umutsuzluğa kapılmayın.

Yaşadığınız hayat için de şükretmeyi unutmayın.

Her zaman daha iyisi olabileceği gibi, hayat size daha kötü tecrübeler de sunabilir.

Bizim için en önemlisi bulutların arasından güneşi görebilmek…

Çünkü bazen; siz görmeseniz de güneş her zaman yerinde ve  parıldamaya devam ediyor.

Sevgiyle kalın.

An’ da kalın.

İgal

 

Hayat sadece yaşamak değil, iz brakmaktır.

Evet;

Uzun zamandır yazmıyordum. Her insan gibi benim hayatımda da iyi ve kötü bir şeyler oluyor.

İyi şeyleri yazmak bu kadar kolayken; bazıları için kötü deneyimleri paylaşmak bir kat daha zor oluyor.

Tanıyan bilir. Olabildiği kadar pozitif enerjiye ve gülmeye inanan biriyim.

Son dönemlerde birçok karmaşık yol ve olaydan geçtim.

Bir hastalık geçirdim, şimdi şükür iyiyim…

En yakın olduğum, çok sevdiğim teyzemi maalesef kaybettim.

Kendimle baş başa kalıp sohbet etme imkânım oldu.

Hayatı da sorguladım tabi.

Ama hayat sizin sorgunuza cevap vermiyor.

Sadece olacakları önünüze koyuyor ve size de onla yaşamak, başa çıkmak kalıyor.

Yazı yazmayı,  sizlerin beni okumasını ve  yorum yapmanızı da özledim…

Ama hayat bir bisiklete binmek gibidir. Pedalı çevirmeye devam ettiğiniz sürece düşmezsiniz.

O yüzden ben de pedalları tekrar çevirmek zorunda hissettim kendimi.

Genelde hayat ile ilgili yazıyorum. Çünkü hayat bizim bu dünyadaki en büyük  sınavımız.

Karşımıza çıkan iyi ve kötü olayları karşılama, onlara tepki verme ve öğrenme sınavımız.

İyi şeylere nasıl tepki veriyorsun, kötü şeyler ile nasıl mücadele ediyorsun işte onun sınavı…

Güzel olan şey ise; bunlardan ders çıkarabilmek ve hayattan öğrenebilmek.

Bana göre Hayat’ın size en önemli öğretisi ise yaşarken öğrenmek. Çünkü hayat; yaşarken öğretebiliyor ve yeterince güçlü isen seni bile değiştirebiliyor. Yeter ki öğrenmeye ve yeniliğe açık ol…

Bir de hayatı sizle kesişen insanlara dokunmak var tabi. Onlara dokunabilmek, güzel şeyler paylaşabilmek ve iyi anılar bırakabilmek.

Kim ne derse desin, hayatınızda ne olursa olsun, siz iyiliğe dokunun. Hayatınızdaki insanlara hep pozitif olun ve iyiliğinizi yansıtın.

Hayat sadece yaşamak değil, iz bırakmaktır.

Ve iz bırakmak isteyenlere bir tavsiye: Ralph Waldo Emerson’dan gelsin:

Yol sizi nereye götürüyorsa oraya gitmeyin, yol olmayan yerden gidin ki; iz bırakın.

vkvyc

Hayatta iz bırakmak önemli evet ama asıl önemlisi sizin o izi nasıl bıraktığınızdır.

Hayata sizin attığınız imza; insanların isminizi duyduğunuzda  yüzlerinde beliren tebessüm olsun.

İyi haftalar;

İgal

Başkası olma kendin ol, böyle çok daha güzelsin…

Niye bu yazıyı yazıyorum ?

Genelde hayat hakkında, insanlar hakkında iyi insan olmak hakkında filan yazıyorum.

Fakat belli ki ya çok az insan beni okuyor ya da çok az insan bunu hayatında uygulamak istiyor.

Son dönemde ne mi gördüm ?

Çıkar dostlukları, çapraz ticaret ilişkileri, al gülüm ver gülüm arkadaşlıklar, kendi olmayan veya olamayan insanlar…

Bu hayatta bir yolunuz olsun istiyorum, bir duruşunuz, hayalleriniz, çok mu ?

Az Bile…

Neden çoğunuz beceremiyor ?

Vizyon yok, misyon yok, yarın ne olacağımız belli mi zihniyeti…

Varken yaşayayım, yokken bakarız zihniyeti…

Bir daha mı geleceğiz dünyaya, rahat rahat yaşayalım zihniyeti…

Yaşayın tabi, size karışan yok.

Ama insan olun istiyorum yaşarken, bir çoğumuzun becerebildiği gibi…

Hayal kırıklıkları, hatalar, kötü ve iyi yönler…

Hepsi insalığa dahil.

Neden beceremediğinizi söyleyeyim.

Ego, İd ve Superego’ nuz yok mu…

Sizin değil onların suçu hep.

Ağladığınızda aciz duruma düşeceğinizi, hatanızı kabul ettiğinizde zayıf karakterli olacağınızı, özür dilediğinizde güçsüz görünebileceğenizi  düşündürüyorlar size…

İnsan olmak sadece güçlü olmak veya güçlü görünmek değildir.

Bu hayatta gerçek güç yardıma muhtaç olanlara yardım etmektir. Güçsüz iseniz yardım istemektir.

Kaçımız bunu becebiliyor pek emin değilim.

Size tavsiyem maskelerin ardına gizlenmeyi bırakın artık.

Maskenizi çıkarıp aynaya bakın.

v-for-vendetta-80462

Siz kimsiniz?

Bu hayatta neler yaptınız ?

Yolculuğunuz nerede başladı ve nereye gidiyor ?

Bunu ilerde hayal kırıklığına uğramadan hemen yapın.

Çünkü maskeleriniz er geç düşer bu hayatta.

Elbet kandırdığınız kişiler, sizin kim olduğunuzu öğrenecek ve siz de bir gün kendiniz ile yüzleşeceksiniz.

O yüzden kendi hayatınızdan rol çalmaya ve başkalarının hayatından zaman çalmaya bir son verin.

Oscar Wilde’ın dediği gibi “Kendiniz olun; zaten başka herkes alınmıştır”

Minimalist_Quotation_Print_Samuel-Johnson_08-artmanik

“Yaşamın Anlamı”

Evet geldik haziran ayına.

Mayıs ayının sonunda yazılmış ama biraz ertelediğim bir yazı var.

Mayıs ayı için çok çok eskilere giderek ondan yazı yazması için bir çocukluk arkadaşımdan rica ettim.

Serra’cım da beni kırmadı hemen yazısını yolladı.

Evet Blogumun Mayıs ayı konuğu “Serra Ilgaz”

Kendisinin yazısını biraz ertelemeli yayınladığım için de ondan özür diliyorum. Umarım beni bağışlar 🙂

Yazısı o kadar güzel ki size Serra’yı övmek yerine  sizi onun yazısı ile başbaşa brakıyorum. 🙂

“Yaşamın Anlamı”

Tarifi imkânsızı tanımlamak mümkün mü?

Varlığımız da yaşamın anlamın sorguladığımız ilk anlardan biri: Bir bebeğin ellerini keşfettiği o ilk an. Zamanın durduğu, var oluşun ilk sorgulamalarından birinin yapıldığı o mucizevî an…

Yüzyıllar önce filozoflar da hayatın anlamını sorguladılar​​. Aristo dünyaya işaret ederken, Platon gökyüzüne işaret etti.

Helenistik dönemde, filozoflar hayatın anlamını edinilen maldan serbest kalarak zenginlik, güç, sağlık ve şöhret isteklerini reddetme olarak tanımladılar.

Hedonist dünya görüşü bedensel haz üzerine kurulmuş bir hayat anlayışından bahsetti oysa Epikuros mütevazı zevkleri arayışı övdü.

17. ve 18. yüzyıllarda John Locke, Jean – Jacques Rousseau ve Adam Smith gibi erken düşünürler emek ve varlık yoluyla hayatın anlamını bulma ve bu amacı destekleyen bir ortam yaratmak için sosyal sözleşmeleri kullanmayı ön gördüler.

19. yüzyıl devam ederken Faydacılık “en büyük mutluluk ilkesi ” olarak hayatı tanımladı.

Aynı dönemde Nihilizm hayatın nesnel bir anlamı olmadığını öne sürdü.

20. yüzyılda hayatın anlamı ile ilgili biyolojik ve bilimsel gelişmelerin ışığında insan varlığını yeniden değerlendirme girişimlerinde radikal değişiklikler gördük (pragmatizm ve mantıksal pozitivizm, varoluşçuluk, seküler hümanizm gibi)

 

 

Bugün,

Toplumlarda devam eden en büyük değişim bilgi paylaşımın kolaylaşmış olması. Tüm düşünceler ve bilgiler bizden bir parmak uzaktalar. Ve biz daha kapsamlı bir “kendimizi anlama” arayışının peşindeyiz.

İletişim becerilerimiz ile birlikte kolektif hafızamız ve tanımlama yeteneğimiz de gelişiyorlar.

Gelecek daha da önemli değişikliklere gebe.

Bu eğilim bizlerin iş yapma biçimini ve yaşam anlamımızı da etkilemeye devam edecek.

Zaman değişiyor, dogmaları değişiyor, ilişkiler değişiyor, beğeniler değişiyor fakat hayatın özü hala burada…

Hayatın anlamı hatırlamaya değen her anımızda: ilklerimizde, sonlarımızda… ve hatta arada yaşadıklarımızda: Okulda ilk günün, iş yerinde son günün, ilk aşkın, onunla son akşam yemeğin, , arkadaşlarla çıktığın o ilk tatilin,  yaptığın son çılgınca bir şey, ilk hayal kırıklığın, ilk zaferin, son memnuniyetin…

Bugünün… Yarınların!

Anları yakalayın…

Hayat buna değer! Hatta bu yalnız Pazartesi bile buna değer !

Ve lütfen unutmayın:

Hayatın anlamı bu anda… Başka hiçbir yerde değil içinizde…

Sevgiler,

Serra

Beni takip etmek için www.serrailgaz.wordpress.com

Twitter @serrailgaz

Serra’ya dair:
Resim
Serra yurt dışında geçirdiği uzun yıllardan sonra 2010 senesinde Türkiye’ye döndü. Start-up lara incubation desteği, kobilere ve şahıslara yönetim danışmanlığı hizmeti veriyor.
2 mucizem diye adlandırdığı kızları ile İstanbul’da yaşıyor.
Resim yapmaktan, seramik atölyesinde saatlerini geçirmekten, okumak ve hayatı anlamaya çalışmaktan zevk alıyor.
Minik bir bloğu var. Oradan hayata sesleniyor.

 

YAŞAMAK

Evet, geldik Mart ayına.

Mart ayı sizler için seçtiğim Misafir Blogger: Yeşim Mutlu nam-ı diğer YSM

Kendisini dört seneye yakın bir zamandır, keyifle sosyal mecralardan takip ediyor ve hayranlık duyuyorum.

Neden mi?

Çünkü:

Resim

Yeşim Mutlu: İlk başta  3 çocuğa sahip süper bir anne,

Resim

Aynı zamanda; İyi bir doğum fotoğrafçısı ve fotoblogger;

Resim

ve buna ek olarak ta birçok sosyal sorumluluk projesinin de gönüllüsü ve öncüsü…

Kendisinin bitip tükenmek bilmeyen hayat enerjisi ve deneyimleri bana hep ilham olmuştur.

Bu yüzden kendisinden yaşam ve deneyimler üzerine bir yazı rica ettim.

Yeşim  de beni kırmadı ve hemen “Yaşamak” başlıklı yazısını yolladı.

Ben yazıyı çok çok beğendim  ve  YSM’ye tekrar teşekkür etmek istiyorum.

Yaşamak isimli yazıyı beğeninize sunarım:

“YAŞAMAK”

“Yaşamımda var olan var olmuş ve var olacak yaşamlara…

Yaşam keyiftir. Nasıl, ne için, ne zaman ve nerede yaşamak önemli değil; sadece yaşamaktır önemli olan.

Kavurucu sıcaklarda birdenbire yağmurun yağması; kaybedilen sevgilerin ilk kez okunan satırlarda bulunmasıdır yaşamak. Hayaller gökyüzüne bırakılırken; ulaşılmaz sanılan dağın tepesinde insanın kendini bulmasıdır yaşamak. Serseri yalnızlıklarda sessizliğin sevişmesi, keşfedilmemiş ülkelerde dilini anlamadığın insanların arasında dolaşmaktır yaşamak. Sessiz geceyi bölen çığlıkla yeni doğan bebeğin ağlamasıdır yaşamak. Her şeyi akışına, oluruna bırakmaktır yaşamak, yolunu bulan su misali…

Dünyaya gelmenin ne anlama geldiğini öğreten duygudur yaşamak.

Yaşamak sadece yaşamaktır.

31/08/2003” de yazmışım yıllar önce. Yayınlayıp yayınlamadığımı bile hatırlamıyorum. Günlüğümden çektim çıkarttım satırlara taşıdım.

Yazdığım yazının üzerinden tam 11 sene geçmiş. Az önce yeniden okudum. Düşüncelerim de değişiklik var mı sorguladım. Konu hayat üzerine yazmak olunca kendimden kopya çekmek istedim. Malum hepimiz kendi hayatımızın başrolündeyiz. Bazıları hayatlarını yaşarken bazıları da hayatlarını uydururlar. Baktığınızda ikisi de “hayat hikâyesi” olarak gözükür. Ama asıl önemli olan hayatı uydurmak değil, yaşamak.

YSM olarak hayatı dolu dolu yaşamak gerektiğine inanan bir kadınım. Belki de bu yüzden hayatı kaçırıyorum duygum yakamı hiç eksik bırakmaz. Yapmak istediklerim o kadar çokken hayatın bana sunduğu sorumluluklar ve zaman. Kendimden bir kaç tane olsa dediğim çok olur. Oysa hangimiz istemez ki birimiz çocuklarla ilgilenirken diğeri konsere, filme, tiyatroya gitsin. Birimiz çalışırken diğeri dünyayı gezsin. Yani konu yaşamak olunca o kadar çok yaşam var ki. Ama ne yapıyoruz sadece yaşıyoruz.

42 yıllık hayatımda öğrendiğim eskiden de yazdığım gibi her şeyi akışına bırakarak yaşamak gerekiyor. Olduğu gibi olanı kabullenmek olmayan içinde üzülmemek. Çünkü biliyoruz ki bir şey olmuyorsa da bizim hayrımıza.

İnsan zaman ile öğreniyor bunları. Bu satırları okuyan gençler yazdıklarımı anlamlı bile bulmayabilir. Zaman hızlı tüketim ve sosyal zamanlar. Ama unutulmamalı ki tek bir an var o da içinde bulunduğun an. Bu sebeple içinden geldiği gibi, kendi mutluluğunu yaratmaya yönelik olacak yaşamak. Çok zor da diyebilirsiniz. Evet, çok zor ama şu hayatta ne kolay ki. Oyun oynamak için bile yerinizden kalkıp ya oyuncağı almak ya da bilgisayarınızı televizyonunuzu ya da mobil cihazlarınızı açmak zorundasınız. Yani her şey istemekle başlar.

Yaşamak, iyi ve mutlu yaşamak bir tercihtir. Siz iyi olmayı ve hayatınız boyunca farkında olarak yaşamayı tercih ederseniz hayatı farklı yaşarsınız. “Mutlu olduğunuz zamanlarda bütün dünyanın çok daha güzel göründüğünü hiç hissettiniz mi? Oysa sizin bakış açınız dışında gerçekte hiçbir şey değişmemiştir…” diyor Judi James. Gerçekten ne kadar doğru değil mi?

Bir yabancı gibi değil de kendi hayatınızı farkında olarak yaşamak gerekir. Herkes kendi tecrübesini tüm bir hayatın tecrübesi olarak sanır. Oysa önemli olan sadece yaşamak ve ruhunu beslemektir. Yaşarken de başkalarının yargılarına takılıp kalmamak gerekir. Önemli olan duyguların özüdür.

Gerisi detay, gerisi hikâye kalır.

Yeşim Mutlu

“Hayatımın en önemli beş dakikası”

Blog Fırtınası

Gün 9.

Düşünün ki, bir kafedesiniz, başınızı kaldırdığınızda hiç ummadığınız kimi görmek isterdiniz?

“Kimi” kısmı size kalmış, buyurun yazıda anlatın.

“Hayatımın en önemli beş dakikası”

Birden gözümü açıyorum.

En sevdiğim ülkelerden biri olan İtalya’dayım.

Milan’da bir kafe de oturmuş kahvemi yudumluyorum.

Ülkemden biraz uzaklaşmak, kendimle baş başa kalmak ve son birkaç ay içerisinde verdiğim yanlış kararların ve yanlış yönlendirdiğim ilişkilerin muhasebesini yapmak için birkaç haftalığına tatildeyim.

Görsel

Böyle zamanlarda yüzleştiğimiz yine kendimiz olmaz mıyız?

Evet, ben de karşımda kendimi görüyorum.

Herhalde “bir rüyadayım” diyorum.

Sanki buraya daha evvel gelmişim gibi bir his kaplıyor içimi…

O an kafamı kaldırıyorum ve bir adamın bana doğru yaklaştığını görüyorum.

O da ne? Bana çok benziyor ama sanki benim yirmi beş, belki otuz sene sonraki halim…

Saçı ve sakalına aklar düşmüş, gözlerinin altı ve alnı kırışmış, ama gülümsemesi hala benimki ile aynı…

Yaşını almış olmasına rağmen belli ki kendine güvenli tarafından pek bir şey kaybetmemiş.

Bana doğru yaklaşıyor, dökülmüş ve beyazlamış saçları, kırışmış yüz hatları ile içten bir gülümseme ile beni selamlıyor.

Neler olduğuna anlam veremeden kalakalıyorum.

“Allah’ım, bu bir rüya olmalı. Bu gerçek olamaz. Uyanmak istiyorum, Uyanmalıyım…”

Tarifsiz bir korku hissediyorum

Ama bir yanım ise neler olacağını merak ediyor.

Heyecandan kalbim ağzımda ve kafamı bu düşünceler kurcalarken, karşımdaki gelecekteki ben : ”Burası boş mu, oturabilir miyim? “diyor.

Panik oluyorum.

Bu gerçekten benim gelecekteki halim mi acaba?

“Hayır, olamaz. Küçüklüğümden beri uçsuz bucaksız bir hayal gücüm var ve öylesine güçlü ki, bana hep olur olmadık zamanlarda oyunlar oynar. Hatta çocukken öğretmenlerim bana sürekli “hayalperest” derlerdi. Yine hayal dünyasına dalmış olmalıyım” diyorum içimden.

“Şaşırma genç adam, evet ben ile sen arasında hiçbir fark yok, sadece ben senin biraz daha yaşlanmış halinim” diyor tüm sempatikliği ile gelecekteki ben.

“Hayır, bu gerçek olamaz  diyorum” karşımda anlamlı gözlerle bakan yaşlı halime…

Yine gülümsüyor.

“Aklın seninle oyunlar oynuyor zannediyorsun, ama öyle değil. Nasıl, neden, niçin sorularını hiç sorma. Zaten sana gelecekteki hayatın ile alakalı bir şey anlatmayacağım. Daha doğrusu anlatamam” diyor.

“Neden ?” diye soruyorum panik içerisinde.

“Çünkü…” diyor sevimli adam. Duraksıyor. Yutkunduktan sonra garsonu çağırıyor ve su istiyor.

Su gelinceye kadar konuşmuyor. Yaklaşık iki dakika kadar öylece duruyoruz.

Heyecanla bekliyorum. O an hayatımın en heyecanlı anlarından biri.

Garson suyu getiriyor. Gelecekteki ben, suyu bardağına yavaşça döküyor.

Su bardağa dolarken sanki an an zaman duruyor.

Her şey birden yavaşlıyor.

Gelecekteki ben’in su şişesinin kapağını açışını, tek eliyle bardağı tutuşunu saniye saniye, ağır çekim bir film gibi izliyorum. Bardağa dökülen su damlacıklarının havada ayrılışlarını ve tekrar birleşip bardağa dolduklarını görüyorum…

Zaman, hiç düşünmediğim kadar ağır ilerliyor.

Toplamda yirmi saniye süren bu olay bana sanki yirmi dakika sürmüş gibi geliyor.

Adam bardağa döktüğü sudan bir yudum alırken farkına varıyorum.  Zaman sanki eski hızına dönüyor. Ya da olayın heyecanından bana öyle geliyor, bilemiyorum.

“Çünkü geleceğin daha yazılmadı genç adam. Yani ben aslında yokum.” diyor.

Anlamaya çalışan, meraklı gözlerle yaşlı halimin yüzüne bakıyorum.

Ne diyeceğimi ve ne yapacağını bilemediğim bir çaresizlik içerisinde kalakalıyorum…

“Anlatması da en az anlaması kadar zor, aslında varım ama yokum. ” diyor karşımdaki adam…

Kafam öyle karışıyor ki, artık sinirleniyorum.

Sesimin tonunu yükselterek:

“Bu bir şaka mı? Eğer bir  arkadaşım seni buraya gelmen konusunda ikna etti ise bilmeni istediğim bir şey var ki, ben bu tip şakalardan hiç hoşlanmam ve hemen anlatmaya başlamazsan daha da sinirleneceğim” diyorum.

Yaşlı adam sakince tekrar gülümsüyor. Öyle içten ki, insanın kızgınlığını bir anda alabilen bir gülümseme…

” Biliyorum. Seni senin kadar iyi tanıyorum. Sakin ol lütfen. Maksadım ne seni kızdırmak, ne de şaka yapmak. Hem o işler için biraz yaşlı olduğumu fark ettiğini sanıyordum.” diyor.

“Amacının ne olduğunu bilmiyorum, ama hemen anlatmaya başlamazsan ben gideceğim ve istesen de anlatacak birini bulamayacaksın…” diyorum sinirli tavrımı devam ettirerek…

“Genç adam, benim kim olduğum hiç önemli değil. Beni şu an karşında görebiliyor musun? Asıl önemli olan bu ve sana anlatacağım şeyler. Sana bunları anlatırken bile sen hala bir rüyada olup olmadığını düşünüyorsun. Hiç değişmemişsin, farkında mısın bilmiyorum: küçükken de detaylar ile uğraşırken büyük resmi kaçırdığın zamanlar olurdu. Ama hala bir şeyleri değiştirmek için zamanın var. O yüzden sinirlenmek yerine sakin ol ve can kulağıyla beni dinle lütfen.”

Karşımdaki gelecekteki ben beni çocuk azarlar gibi azarlıyordu. Fakat o kadar iyi tanıyordu ki beni, doğru olduğuna inandığım şeyleri sükûnetle dinleyeceğimi biliyordu. Sadece dinliyorum peki dercesine kafamı salladım.

Gelecekteki ben devam etti:

” İgal: Sana geleceğinle ilgili hiç bir şey söyleyemem. Yani nerede yaşayacağın, kimle olacağın, nasıl bir hayatın olacağını bilemem.

Neden dersen; kader çizgini belirlemek hala senin elinde. Bazen karamsarlığa kapılabiliyorsun, biliyorum.

Ama senin hayatta en değerli özelliklerinden biri; gülen yüzün ve problem çözmedeki yeteneğin olmuştur.

O yüzden kendine güvenmekten vazgeçme. Ne olursa olsun, hangi durumda olursan ol kendine güven.

Başaracağını bil. Çalışmaktan hiç ama hiç yılma.

Okumak ve yazmak hayat felsefen olsun çünkü  onlar  hayat savaşında silahın ve kalkanın olacaklar.

Umutsuzluğa kapılma çünkü ne olursa olsun dostların hep yanında olacak ve seni hiç yalnız bırakmayacaklar.

Hayatının ne kadar anlamlı ve kaliteli olacağı da seçeceğin bu yollara bağlı.

O yüzden tercihlerini yaparken çok iyi düşün.

Bazı tercihleri sadece bir kez yapabilirsin ve hayatın boyunca o tercihlerinle yaşarsın. ” dedi ve durdu.

Bir kaç saniye masaya baktı, gözlerini benden kaçırdı. Sonra tekrar bana, gözlerimin içine baktı.

” Ve hayal etmekten hiçbir zaman vazgeçme. Çünkü hayal etmek sahip olduğun en değerli yeteneklerden biri ve hayallerine, hayal ettiğin sürece sahip olabilirsin.”

Oturduğu yerden yavaşça doğruldu. Sanki gitmeye hazırlanıyordu.

Yaşadığım olayın şoku ile boğazım düğümlendi adeta hiç bir şey diyemedim. Sadece donuk ve duygusuz gözlerle bakakaldım.

Söyleyeceğim yüzlerce şey, soracağım onlarca soru varken; hiç bir şey diyemedim.

Kelimeler boğazıma dizilmiş, gözlerim dolmuştu.

Garip bir heyecan duyuyordum ve aslında biraz mahcuptum.

Karışmış ruh halim ile ağzımı açıp bir şeyler söylemek istedim.

Tam konuşacaktım ki; gelecekteki ben sanki anlamış gibi: “Gerek yok, o soruların cevabını ben veremem, onları zaman içerisinde kendin bulacaksın.” dedi.

Bütün bu olanlar bana bir ömür kadar uzun gelse de aslında hepsi beş dakika içerisinde yaşanmıştı.

“Hayatımın en önemli beş dakikası”

Hayal miydi yoksa gerçekten yaşandı mı hala tam olarak çözemediğim bir beş dakika.

Bildiğim tek şey: aldığım eğitimler ve öğrendiğim onca şeyin ardından insanın hala öğrenebileceği çok şey olduğuydu.

Bazen insan; hayatının en önemli derslerini yine kendisinden öğrenebiliyor, üstelik beş dakika içerisinde…

İşte bu zamanlarda, hayat sizi şaşırtmaya devam ediyor demektir.

Hayatın beni şaşırttığı gibi, sizleri de şaşırtması, iç sesinize kulak vermenizle mümkün…

Unutmayın iç sesiniz hep doğruyu söyler…

İgal Biton

Görsel

“Hemen şimdi…”

Blog Fırtınası

Gün 6. Başlangıç cümlesi bu: “Mutfakta pencerenin önünde duruyorum.” Gerisi size kalmış.

Mutfakta pencerenin önünde duruyorum.

Dışarıda rüzgar esiyor. Yağmur damlaları rüzgarın etkisi ile havada süzülüyor.

Görsel

Kahvenin kokusu tüm mutfağı sarmış durumda, ilk önce kokusunu içime çekiyorum.

Sonra bir yudum içiyorum kahvemden…

Dışarıyı izleyip keyfini çıkarıyorum yağmurun.

Birini bekliyorum ya da birilerini…

Yaşadıklarımı düşünüyorum.

Hayatımı bir an gözden geçiriyorum.

Kafamda binlerce soru…

Nasıl, Ne zaman, neden, niçin…

Tek birinin cevabını biliyorum…

“Ne zaman ?” sorusunun.

“Hemen şimdi…”

İgal Biton

Görsel

” Güven “

Blog Fırtınası

Gün 4. Kafanızdan bir karakter atın ve onun hikayesini yazın.

” Güven “

Genç kadın yağmurda yürüyordu. Islanmıştı ve üşüyordu…

Aslında yaşadıklarının yanında yağmurda ıslanmak, hasta olmak gibi şeyler o kadar önemsizdi ki.

Eğreti tuttuğu şemsiyesini indirdi ve yağmurun üzerine yağmasına izin verdi…

Görsel

Aralık ayıydı.

Dışarıda insanın içine işleyen bir soğuk vardı.

Yağmur ve havanın ayazından insanlar kabuklarına çekilmişti ve sokak çok tenhaydı.

Hava kararmaya başlamıştı. Issız bir sokakta yağmurda tek başına ne yapıyordu?

Görsel

Yağmur damlaları üzerine düşerken genç kadın ürperdi

Düşünceleri o kadar yoğundu ki zamanın nasıl geçtiğini hiç anlamadı.

Ne yapacağı hakkında fikri yoktu.

Yaşadıklarını ilk defa yaşıyor ve çıkış yolu bulamıyordu.

“Başıma ne geldiyse iyi niyetimden geldi.”  diye düşündü.

” Neden bu kadar çabuk güveniyorum ki insanlara? Sonunda hep üzülen ben olmuyor muyum?” diye geçirdi içinden…

Yasemin; yirmi beşli yaşlarda, kumral, ela gözlü, normal kiloda, güzel sayılabilecek bir kadındı.

Cenk ile yaklaşık 5 ay önce tanışmışlardı.

Cenk ise otuzlu yaşların hemen başında, esmer, koyu tenli, kahverengi gözlü ve hafif yapılıydı.

Cenk’ in fiziği dikkat çekecek kadar düzgündü.

İki genç, ortak bir arkadaşlarının doğum günü partisinde tanışmışlardı.

Kaçamak bakışmaları güzel ve samimi bir sohbet takip etmiş, gecenin sonunda ise Cenk Yasemin’den telefonunu istemişti.

Normalde çekingen bir yapıya sahip olan Yasemin, Cenk’ten bir hayli etkilenmiş olacak ki, telefonunu tereddüt etmeden verdi.

İlk buluşma, kahve sonra yemek derken, iki genç kendilerini yeni bir aşka yelken açmış buldular.

Her şey çok güzel gidiyordu, çok iyi anlaşıyorlar, beraber yemeğe, sinemaya ve  tiyatroya gidiyorlardı.

Ortak zevkleri, yaşam felsefeleri, karakterleri birbirlerine o kadar yakındı ki Yasemin uzun zamandan sonra aradığı aşkı bulduğunu düşünüyordu.

İlişkilerinin dördüncü ayında, Cenk, bir gün Yasemin ile konuşmak istediğini söyledi.

İki genç şık bir kafede buluştular.

Yalnız bu sefer Cenk’in canı çok sıkkındı.

Büyük babasının kurtulma şansının az olduğu ölümcül bir hastalığa yakalandığından tedavisinin çok masraflı olduğundan ve işlerinin hiç iyi gitmediğinden bahsetti.

Yasemin Cenk’in içinde bulunduğu durumdan çok etkilenmiş ve çok üzülmüştü.

Üzüntüsünü belli etmemeye çalıştı. Sevgilisine moral vermek için elinden ne gelirse yapacağını, bunu beraber aşabileceklerini, ona her zaman olduğu gibi bu konuda da destek olacağını söyledi.

Aradan iki hafta geçti.

Cenk artık Yasemin ile eskisi kadar sık görüşemiyordu. Sürekli iş toplantıları olduğunu ve geri kalan zamanlarda da büyükbabası ile ilgilendiğini söylüyordu.

Yasemin ise Cenk’i görmek ve gelişmelerden haberdar olmak istiyordu. Birkaç gün sonra Yasemin’in ısrarı üzerine tekrar buluştular.

Cenk artık fazla konuşmuyor, eskisi gibi gülüp, eğlenemiyordu.

Yasemin Cenk’in üzgün olmasına dayanamayarak yardım edebileceği bir şey olup olmadığını sordu.

Cenk işlerinin iyi olmadığını ve tedavi masraflarını artık karşılayamadığını söyleyince Yasemin çok şaşırdı ama belli etmemeye çalıştı.

Tanıştıklarında Cenk, şık ve lüks bir dairede oturan, spor bir araba kullanan, iyi giyinen, bakımlı ve paraya ihtiyacı olmayan biri gibi duruyordu. Üstelik Yasemin’in bildiği kadarı ile Tekstil ihracatı yapan büyük bir fabrikanın sahibiydi.

Kafası karışan Yasemin bu durumla alakalı tek bir soru sormadı.

Cenk Yasemin’in gizleyemediği şaşkın bakışlarını fark etmiş olacak ki,  konuyu toparlamak için aslında durumlarının iyi olduğunu sadece nakit sıkışıklığı çektiklerini ve tedavinin çok  masraflı olduğunu söyledi.

Yasemin uluslararası bir firmada hukuk müşavirliği yapıyordu. Yaşına göre çok iyi kazanıyor, hatta İzmir’ de yaşayan ailesine de dönem dönem maddi destekte bulunuyordu.

Uzun süredir para biriktiriyordu. Bir hayali vardı: Dünyayı gezmek…

Fakat sevdiği adam böylesine mutsuzken hayallerini gerçekleştirmenin kendisini de çok mutlu etmeyeceğini düşündü.

Yasemin için sevgi her şeyin üstündeydi…

Fazla düşünmedi.

Cenk’ e direkt konuyu açtı ve “Seni böyle görmeye dayanamıyorum Cenk, tekrar mutlu olmanı istiyorum. Benim biraz birikmiş param var, nakit sıkışıklığın geçene kadar seni idare eder.” dedi.

Cenk başta reddetti fakat Yasemin’in ısrarcı tavrı karşısında kabul etmek zorunda kaldı.

Bir kaç gün sonra Yasemin bankadaki tüm parasını çekerek Cenk’ e verdi.

Sevgilisini tekrar mutlu görmek onun için her şeyden önemliydi

Ne var ki, bir süre sonra Cenk Yasemin’in telefonlarına cevap vermemeye başladı.

En son aradığındaysa Cenk’ in telefonuna ulaşılamıyordu.

Bir hışımla işten çıkan Yasemin, sevgilisinin yaşadığı lüks rezidansa doğru yola çıktı.

Vardığında güvenlik görevlisi Cenk’ in birkaç gün evvel dairesini boşalttığını ve yeni adresi bilmediğini söyledi. Sanki yer yarılıp içine girmişti ve kimse yerini bilmiyordu.

Yasemin sevgilisine o kadar aşık ve güveniyodu ki, hiçbir zaman onun işyerini tam olarak öğrenmeye ihtiyaç duymamıştı.

Cenk’ in kaybolmasının ardından, aslında Cenk’ in sahip olduğunu söylediği firmanın aslında hiç olmadığını öğrendi.

Ortak arkadaşları da Cenk hakkında pek bir şey bilmiyordu.

O gece orada bulunmasına sebep olan arkadaşları da tesadüf o ki, Cenk ile aynı dönem ortadan kaybolmuştu.

Yasemin, yaşadığı ilişkinin sahte olmasına mı, yoksa sevdiği adam tarafından dolandırılmasına mı üzüleceğine şaşırmıştı.

Güvendiği, aşık olduğu adam onu dolandırarak kayıplara karışmıştı.

Bu gerçekle yüzleşmek hayli zordu, “bir daha kimseye güvenmeyeceğim” diye geçirdi içinden…

Aslında bu çözüm değildi.

Çözüm ; “kimseye güvenmemek” değil, kime güveneceğini bilebilmek için küçük ve hasarsız deneyimlerle kişileri doğru tanımaya çalışmaktı.

Bu hikayeden çıkarılacak ders: İlişkiler de kişiler de hayatın doğal akışı içerisinde bazı sınavlardan geçerler.

Bu sınavları başarıyla geçenler, hayatımızda uzun soluklu kalırken, sınavı geçemeyenlerle yollarımız bir noktadan sonra ayrılır.

Kişileri gerçekten tanımak uzun ve meşakkatli bir yoldur.

” Öteki Adam “

Hiç “Öteki”  olduğunuzu düşündünüz mü ?

Farklı olduğunuzu, sıra dışı olduğunuza…

İnsanlar A noktasına giderken, aklınız “B’ye git”, kalbiniz ise “hayır C’ye git” diye fısıldadı mı size ?

Ya da insanlarla iletişim problemi yaşadınız mı ?

Anlaşılamadığınızı ya da kendinizi anlatamadığınızı, onlardan farklı olduğunuzu düşündüğünüz oldu mu hiç ?

Ben aslında yaşadığım her saniye kafamda bu düşünceler ve kalbimde bu hisler ile yaşıyorum.

Kendinize neden, niçin, nasıl sorularını sormaya cesaret edebildiğiniz, yani kendinizi bile sorgulayabildiğiniz zaman ancak “öteki adam” oluyorsunuz.

Öteki adam dediğime takılmayın lütfen. Kendime taktığım bir isim bu.

Belki siz kendi hikayenizde “öteki kadın” veya hikayenizdeki “öteki çocuk” sunuz.

Esas önemli olan “öteki” olduğunuzun farkında olabilmek.

Çoğu insan hayatı boyunca kendine öteki diyemiyor.

Gerçekten “öteki” olan insanlar toplumların onlara dayattığı kalıplar arasına sıkışık kalıyor.

Bazen bunu anlayamayabiliyor, bazen de anlasalar da kendilerine ifade etmek çok zor olabiliyor.

Bu insanlar bazen kendine bir yön arayıp, bir çıkış yolu bulamıyor.

Neden böyleyim, neden hayat böyle, ben neden farklıyım diye kendini veya hayatı sorguluyor…

Elimde hayatın kumandası olsa o an hayatı durdur tuşuna basıp: “ Sen Hatalı üretilmedin, tam tersine mükemmel üretildin. Tam olması gerektiği gibi… ” demek isterdim.

“ Hatta öyle mükemmelsin ki 500 milyon sperm arasında tek birinci gelen sendin”.

Böyle bir şey diyebilme şansım olasaydı; karşımdaki insanın suratının aldığı ifadeyi  görmek isterdim… 🙂

Gelelim şu “öteki” meselesine…

Ufaklığımdan beri insanlar ile iletişimde bir takım sorun ve problemler yaşadım.

Bazen kimsenin beni anlamadığını düşünürdüm.

Ya da benim kimseyi anlayamadığımı…

Yıllar geçtikçe anladım ki asıl neden benim onları veya onların beni anlamaması değil.

Asıl neden farklı bakış açısına sahip olabilmek.

Zaten bu yüzden kendimi geliştirebileceğim, sürekli insanlarla temas halinde olduğum ve fikirler ürettiğim bir iş yapıyorum.

Kendimi “öteki” diye nitelendirmem eskilere, 6 yaşımda ilkokula başlamama dayanıyor.

6 yaşında bu çocuk “akıllı” diye ilkokula başlatıldım…

İlk yaftalanmam başka bir deyişle toplumun size vurduğu damgalardan birini 6 yaşında yedim yani..

Çevremdeki çocuklardan hep farklı oldum.

Farklı diye adlandırılıyordum fakat öyle veya böyle tam bir problem çocuktum.

Neden mi ?

Toplum denilen yargıya hayatımın belli dönemlerinde hep bir sorgulama ile yaklaştığım için.

+Böyle yapmalısın.

-Neden ?

+Filanca böyle yapıyor ya da herkes böyle yapıyor ya da kural bu.

-Filanca niye böyle yapıyor?

-Herkes niye böyle yapıyor?

-Toplumun kurallarını kim koyuyor ve neden varlar?

-İyi de hepimiz bir birey değil miyiz?

-Herkes aynı şekilde davranacak ise biz birey olarak değil de toplum olarak yaratılmaz mıydık?

-Ya da kendi kararlarımızı veremeyeceksek, neden hür irade veya beyin diye bir şey var?

-Neden bazılarına akıllı ve bazılarına geri zekalı diye tanımlamalar kullanıyoruz?

İşte sorgulamaya başladım bile. Çünkü ben sorgularım. İşte ben buyum.

Birey olmanın ve toplum içerisinde yaşamanın bazı kuralları ve sorumlulukları var.

Bunları anlayabilir ve uygulayabilirim.

İnsan her zaman tek olamayacak kadar yalnız yaratılmış bir varlık zaten.

Benim sitemim toplum baskısı ile kısıtlanan, beyni köreltilen ve toplum baskısı altında köleleşen hatta robota dönen insan sürülerine…

Git gide insanlıktan çıkıp robotlara daha çok yakınlaşıyoruz, farkında olmadan…

Git gide duygusallığımızı, insanlığımızı kaybediyoruz.

Bazen farkında olmadan bazı hareketleri otomatik yapıyoruz.

Çok fazla sorgulamıyoruz…

Yeni nesil inanılmaz bir boşvermişlik ile yetişiyor.

Ben onlara “Bana ne” ve “sana ne” nesli adını taktım.

Bir şey söylesen “bana ne”, bir şey sorsan “sana ne” cevabını alıyorsunuz…

Hayatı sorgulamadan yaşayan, yaşadığı olumsuz olaylar karşısında en büyük tepkisi “ne yapayım bu kadar yapabiliyorum” diyen bir nesil..

Ben kendiniz olun, kendinizi keşfedin diyorum.

Yoksa herşeye karşı olun, isyankar olun, başkaldırın demiyorum.

Biraz daha kendinize zaman ayırın.

Olayları birkaç farklı yönü ile düşünün ve ele alın diyorum.

Bu şekilde hayata farklı açılardan bakabilir ve biraz daha büyük resmi görebilirsiniz…

Ben bunları yazıyorum diye yolu tamamlamışım sanmayın.

Bunu şu an okuyan sizler gibi; yolun başında duruyorum ama bir farkım var.

“Öteki” olduğumu kabul ettim ve artık gideceğim yolu biliyorum.

Hayatınızda sizi olduğunuz gibi kabul edebilen insanlar olduğu sürece, kendini “öteki” hissetmenin hiç sakıncası yok.

Tam tersi aslında tamamen kendiniz olabildiğiniz için onların yanında daha iyi hissediyorsunuz.

Düşünmeyen bir toplum içerisinde yaşarken, aslında düşünebildiğim için her gün şükrediyorum.

Ve belki de bu yüzden hayatım boyunca “öteki adam” olacağım.

Siz de düşünün.

Çünkü henüz yasaklanmadı…

Görsel

Öteki Adam

İgal Biton

Anlar

Görsel

Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,

İkincisinde, daha çok hata yapardım.

Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.

Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,

Çok az şeyi

Ciddiyetle yapardım.

Temizlik sorun bile olmazdı asla.

Daha çok riske girerdim.

Seyahat ederdim daha fazla.

Daha çok güneş doğuşu izler,

Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.

Görmediğim bir çok yere giderdim.

Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.

Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.

Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.

Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.

Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.

Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.

Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan,

Gitmeyen insanlardandım ben.

Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.

Eğer yeniden başlayabilseydim,

İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.

Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.

Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,

Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer.

Ama işte 85’indeyim ve biliyorum…

ÖLÜYORUM…

Jorge Luis BORGES